24 Şubat 2011 Perşembe

Dört Kişilik Bahçe - Şehir Tiyatroları

Geçen yıl kendimce yaptığım geleneksel Çarşamba 15:00 seansı Şehir Tiyatroları ziyaretime bu yıl ara vermiştim. Bu sezon çok fazla yeni oyun eklenmedi, geçen yıldan da konusunu kendime yakın bulmadığım oyunlar geriye kaldığı için benim de gidesim yoktu. Bir tek Kabare tekrar sahnelense birdaha izlemek isterdim ama bir haber çıkmadı.
Bu kadar aradan sonra artık bir oyuna gitmeliydim ve aralarında bana cazip görünen birine alıverdim bilet.



Dört Kişilik Bahçe, Murthan Mungan'ın gençlik yıllarında Master tezi olarak, “Aynı Malzemenin Üç Ayrı Türde Yazılması ve Yazarlık Sorunları Açısından İncelenmesi” başlığıyla, ‘uzun hikâye’, ‘senaryo’ ve ‘radyo oyunu’ olarak yazdığı bir hikaye. Öykü ilk olarak Mungan’ın Son İstanbul adlı kitabında yayınlanmış.

Oyuncular:
Ayşe Kökçü, Sevil Akı, Metin Çoban, Esin Umulu

Konusu kısaca şöyle,

İstanbul'da çok güzel günlere tanıklık etmiş konak yaşayanlarıyla birlikte yaşlanmıştır. Konakta bunak bir paşa, ve hayalkırıklıklarıyla dolu bir anne ve iki kızının birbirleriyle yüzleşmesine tanıklık ederiz. Üç çocuğundan en sevdiği olan oğlu 10 yl önce Amerika'ya kaçmıştır, küçük kızı ise 7 yıl önce kabul görmeyen kocaya kaçmıştır. Evin büyük kızı hiç evlenmemiş ve annesi ve dedesiyle yaşamakta, parasal durumlarının kötülemesiyle kışlık konaklarını satıp yazlık konağa taşınmışlardır. Hatta bu konak da ipotek edilmek zorundadır.
Günlerden birgün küçük kız kardeş eve bir bavulla döner.
Tüm hayalkırıklıkları, suçlamalar, boşa geçmiş yıllar, kırgınlıklar, hüzün, konağın dört bir yanını sarar. En büyük yüzleşme ise çocuklarına soğuk ve mesafeli olan anne ve kızı arasında yaşanacaktır.

Notlar:
- Şehir Tiyatroları sahne dekor ve tasarım konusunda çok başarılı. Yukarıda ki resimde de görüldüğü gibi şahane bir dekor vardı. Bayıldım açıkçası, eski bir ağaca dayalı konak ve eşyaları ile sonbahar yapraklarının halı oluşturduğu bahçe. Işıklandırmada renk seçimi, tonlamalar, fonda çalan ud hepsi fevkalade bir atmosfer yaratıp konunun bütünlüğünü başarıyla sağlıyordu.

- Bu oyunu seçmemdeki en büyük etken yazarının Murathan Mungan oluşuydu. Geçen sezon da onun "Binali ile Temir "adlı oyununu izlemiştim ve çok beğenmiştim. Bu sene de yine sahneleniyor. Yazım için buraya tıklayabilirsiniz. O hikaye metaforlarla dolu ve yine sanki bir aile ilişkisini anlatıyordu. Dört Kişilik Bahçe'de ise hiç sembol ve dolaylı bir yol kullanmadan doğrudan aile içi ilişkiler ele alınmış klasik bir anlatım tarzı hakim.

- Ağır bir oyundu doğruyu söylemek gerekirse. Hatta balyoz gibiydi.
Ama gerçekçi bir dille yazılmış.
Ön plana çıkarılan fikir değişimin kaçınılmaz olduğu ve buna ayak uyduramayanların kendi hapishanelerini yaratacağı.
Karakterleri incelediğimizde aslında bu değişimin parçası olmaya hiçbir zaman çaba sarfetmedikleri, belki bundan korktukları ve geçmişi hep günümüze taşıma arzuları olduğunu görüyoruz. Bunun sonucu hepsinde hüsran oluyor elbette. Yalnız küçük kız kardeş yaşamın rüzgarıyla savrulmayı seçmiş fakat bir noktada özlemlerine kavuşamayacağını anlamıştır.

- Oyunla ilgili benden bu kadar tüyo yeter, karar vermek size kalmış.
Yalnız şunu da eklemeli:
Her izlenen eser yeni bir vizyon ve yeni hayaller yaratır.

22 Şubat 2011 Salı

Sahilde Kafka - Haruki Murakami

Entelektüel bir yazardan mistik bir hikaye Sahilde Kafka.

Genç bir delikanlının ergenlik çağından geçişini ve yeni bir idrak seviyesine ulaşmasını metaforlar ve sembollerle çeşnilendirerek okuyucuya sunuyor Japon kült yazar Haruki Murakami.

Romanını kurgularken merak seviyesini hep yüksekte tutmayı başarmanın yanısıra birbirinden bağımsız görünen ama aslında girift bir yapıya sahip hikayelerin, karışmış bir yumağı açar gibi teker teker düğümlerini çözüyor. Okuyucuya ise sabır ve emek isteyen bir okuma süreci ve anlam kazanmayı bekleyen bir dolu sembol ve algorik betimlemeleri çözümlemek kalıyor.

Sahilde Kafka geçmişle günümüz arasında mekik dokuyarak zamanları birbirine bağlarken, tesadüf eseri biraraya gelen karakterleri de kaderin cilvesiyle açıklıyor. İnanç, kader, gelişim ve bir dönüşümü konu alan hikaye bir yandan da edebiyat, jazz, klasik ve rock müzik konularında derin bilgiler veriyor.

Hikayede esas olarak 15 yaşında bir genç olan Kafka Tamura, babası yüzünden Oedipus kehanetini gerçekleştireceğine inandığı için evden ayrılır. Yaşıtlarına göre olgun, bilgili ve disiplinli bir çocuktur. Annesi yıllar önce üvey kız kardeşini alıp evden ayrılmıştır. Kafka Tamura kehanetten kurtulmak isterken hiç beklenmedik olaylarla karşılacaktır.

Bununla paralel Nakata adında 60′lı yaşlarında zihinsel yetileri kısıtlanmış bir adam gizemli bir serüvene atılmıştır. En büyük özelliği kedilerle konuşabilmek olan Nakata, kendisinin de açıklayamadığı sadece hissedebildiği gerçeküstü olayların başkahramanı olmaktadır.

Bu iki karakterin yanısıra entelektüel kütüphane görevlisi Oşima, acı dolu ve gizemli bir geçmişe sahip Saeki hanım ile iyi niyetli ama cahil tır şöförü Hoşino hakkında derinlemesine bilgi sahibi olacaksınız.

Genel anlam itibariyle bu bir dönüşüm hikayesi, bu öyle bir dönüşümki genç bir insanın fiziksel, cinsel ve zihinsel bir olgunluğa ve idrak seviyesine erişmesini sembolize etmekte. Bütün semboller bu bakış açısıyla bir anlam oluşturabilir.

Johnny Walker, Albay Sanders hikayenin beyaz tavşanları olurken, gökten yağan balık ve sülükler, bilgiç karga, giriş taşı, ruh emen kaval, romanda fantastik boyutu ve alegorileri oluşturmakta.

Haruki Murakami


Kitap bittikten sonra okur bir müddet taşları yerine oturtma mücadelesi verecek ve doğal olarak pek çok soruya cevap arayacak. Yazar Haruki Murakami okuyucularını düşünüp internet üzerinden soruları yanıtladığı bir site oluşturmuş ve şuana kadar gelen sekizbin postadan binbeşyüze yakınını cevaplandırmış. Kendisiyle yapılan bir röportajda, kitabın anlaşılır hale gelmesi için birkaç kez okunması gerektiğini ve her okumada soruların cevaplarının belireceğini söylemiş.

1949 doğumlu Japon yazar ve çevirmen Murakami ilk romanından itibaren edebiyat ödülleri almış, romanları 40 ın üzerinde dile çevirilmiş ve Sahilde Kafka ile Franz Kafka ödülünü almıştır. Diğer eserleri arasında ‘Zemberekkuşu’nun Güncesi’, ‘İmkânsızın Şarkısı’, ‘Sınırın Güneyinde, Güneşin Batısında’ ve ‘Yaban koyununun İzinde’ yeralmaktadır.

Murakami kedilere olan tutkusu yüzünden romanlarında bu figürü kullanmayı hiç ihmal etmez, tıpkı bu romanda karşılacağınız gibi. Ayrıca hayatının ayrılmaz parçası müziğin romanlarının içinde mutlaka yer aldığını belirten yazar, okuyucuya da romana eşlik edecek müzikler öneriyor. Örneğin Sahilde Kafka’nın son virajında okuyucunun kulağında Beethoven’ın “Arşidük Üçlüsü” mutlaka çalacaktır.

Gerçekle hayalin içiçe geçtiği, mistik yapıda bir iç yolculuğuna tanık olmak ve bir dönüşümü yakından izlemek istiyorsanız Sahilde Kafka’yı okumanızı tavsiye ederim.


Not: Bu yazım 16 Mart 2010 tarihinde http://www.artimetre.com'da/ yayınlanmıştır.

19 Şubat 2011 Cumartesi

True Grit- Coen Kardeşler

Yönetmen: Coen Kardeşler
Oyuncular: Jeff Bridges, Matt Damon, Hailee Steinfeld
Yıl: 2010

14 yaşındaki Mattie, babasının azılı bir suçlu olan Tom Chaney tarafından öldrülmesi üzerine Marshall Cogburn'ün (Jeff Bridges) onu yakalaması için kiralar. Mattie 14 yaşında olmasına rağmen gözüpek, cesur ve haklarını sonuna kadar savunabilecek kadar akıllı bir kızdır. Marshall'ın işini tamamladığını görmek için Mattie onunla yaptığı anlaşmaya göre Tom Chaney'i beraberce aramaya gidecek ve yakalayacaktır.
Kasabadan ayrılmadan önce Texas polisi La Beouf (Matt Damon) Mattie'yi bulur ve Tom Chaney'i Texas'da işlediği suçlardan dolayı yakalayıp Texas'a götüreceğini  bu yüzden beraber işbirliği yapabileceklerini önerir.
Mattie bu teklifi kabul etmez çünkü Tom'un babasını öldürme suçundan kendi kasabasında yargılanmasını ister.
Öyle veya böyle üçü Tom Chaney'nin peşine düşerler. Bu yolculukta üçlü arasında yaşanan gerilim, güvensizlik ve düşmanlık, bir takım oluşturmaya ve birbirlerine destek olmaya doğru gelişen bir dostluğa dönüşecektir.

Notlar:

- Bu filmin hikayesi Charlis Portis'in 1968 tarihli aynı adlı romanından alınmış. Hatta ilk olarak filmi 1969'da yapılmış ve başrolde John Wayne oynamış.

- Zaman zaman vahşi batı filmi izlemekten keyif alırım. Hikayeyi çok beğendim. Dönemin tüm vahşi yaşam kurallarını barındıran hikayede azılı suçluların ve izpeşinde olan kafa avcılarının yanında yer alan kendine sonsuz güvenli bir kız çocuğu karakteri bu filmi birçok vahşi batı filminden ayırıyor. 
Film bize, önce bir kasaba hayatıyla açılış yaparak, yakalanan suçluların halk önünde asılmasıyla  bu dönemin acımasızlığını ve her yaşta insanın bu ortamda varolma mücadelesini hatırlatıyor. Daha sonra kasaba dışında haydutların peşinde izsürme sırasında verimsiz topraklarda güvensizliğin, yalnızlığın ve hep tetikte olmanın huzursuzluğunu hissettiriyor.

- Diyaloglar çok iyi yazılmış, özellikle Mattie karakteri filme can veriyor. Eğer doğru bir oyuncu seçimi olmasaydı film baştan izleyiciyi yakalayamazdı. Genç oyuncu Hailee Steinfeld'i, Coenler 15.000 başvuru arasından seçmişler, Aradıkları özellikleri şöyle sıralamışlar: basit, tırnaklarını gösterecek kadar sert, alışılmadık derecede sinirlerine hakim, açıksözlü ve genellikle karşısındakini şaşırtan.

- Hikayeyi gerçekten çok beğendim. Bu yüzden John Wayne'in oynadığı ilk versiyonu da izlemeyi isterim açıkçası.

- Bazı filmler ikinci kez çekilirken teknolojinin ve sinematografinin yeni nimetlerinden faydalanarak görüntü olarak farklı bir yaklaşıma girilebilir. İlk versiyonu henüz izlemedim ama görsel olarak bundan farklı olacağını hiç düşünmüyorum. Bu yüzden Coen Kardeşlerin neden bu filmi ikinci kez çekmek istediklerini merak ediyorum. Sanıyorum senaryo düzeyinde bir takım değişiklikler yapmışlar ve yeniden yazmışlar elbetteki temel hikayeye bağlı kalarak ama aradaki farkı öncekini izlemeden bilemiyeceğim.

- Keyifli bir seyirlik olacağını söyleyerek izlemenizi tavsiye ediyorum.

18 Şubat 2011 Cuma

6’dan Sonra Tiyatro ve O.B.E.B

Bu grubu İ.T.Ü mezunları oluşturuyor ve 10 seneyi aşkın süredir oyunlarını yazıp oynuyorlar. Geçen yıldan itibaren oyunlarını, “Kumabaracı 50” adındaki Beyoğlu Kumabaracı yokuşunda bulunan kendi sahnelerinde sergiliyorlar.

Oyunlarının çoğunluğunu Yiğit Sertdemir yazıyor ve yönetiyor, aynı zamanda oyunlarda da rol alıyor. Yazıp yönettiği birçok oyun ödül almış.

Kumbaracı 50 sahnesinde haftanın her günü bir oyun sergileniyor. Çoğunluğu 6’dan sonra Tiyatro grubunun elbette.

Bu sezon da sergilenen oyunları şunlar: Fail-i Müşterek, Öldün, Duydun mu? O.B.E.B. , 444, Kapıların Dışında.

O.B.E.B sosyal içerikli bir komedi oyunu. Kendilerinin tabiriyle bir komplo teorisi.
Oyunun içine yerleştirilmiş gizli ipuçlarını bulursanız çok hak vereceğiniz bir teori bu.

Hikaye 70 ‘li yıllarda geçiyor. Merkez OBEB için çalışan bir psikolog gizli bir dönüşüm projesinin yürütücüsüdür.

Bu projede 4 kadın hissettirilmeden merkezce belirlenen kimliklere dönüştürülecektir.

Aydın, dışavurumcu sanatçı, lider, ve devrimci karaktere sahip bu kadınlar birkaç terapi ile bu dönüşümün kaçınılmaz sonuçlarına maruz kalırlar.

Hikaye eski bir zamanda geçmesine rağmen gizliden gizliye günümüzü çağrıştırıyor bize.
Çok zekice yazılmış, sosyal ve politik yaşama, devletlerin yönetimine göndermelerle dolu bir taşlama.
Satır aralarında kadınların toplumdaki yeri ve değeri, sorgulanırken, bir yandan da büyük güçlerin toplumda öne çıkan insanları kendi amaçlarına uygun olarak kontrol ettiği bir komplo teorisi ortaya atılıyor.

Düşünen, sorgulayan, tepkisini gösteren kişiler yerine magazinle ilgilenen, dedikodu merakı yüksek insanlar yaratıldığına dikkat çekiliyor örneğin.

Dışavurumcu kimlikler bastırılıyor.

Kapasitesi yetersiz kişiler toplumun lideri olabileceğine inandırılıyor. İnsanlar kendilerine olan inançlarını kaybediyor ve düşüncelerini savunamaz hale getiriliyor.

Ortaya koyulan karakterler aslında günümüzün gerçek kişileri. Bunu yakalayabilmeniz pek de zor olmayacak.
Yüksek tempolu, eğlenceli ve oyuncuların harika performans gösterdiği bir oyun OBEB.

Bittiğinde bazı gerçeklerle yüzleşmiş olmanın sersemleticiliğini yaşarken biryandan da zekice esprilerle donatılmış iyi bir güldürü seyretmenin keyfini hissedeceksiniz.

6’dan Sonra’nın diğer oyunları ile ilgili kısaca bilgi de vermek istiyorum,

444’ adlı oyun, bir çağrı merkezinde geçiyor. “Hatırlatma Merkezi”nin şikayet bölümünde; biri uzun zamandır çalışan, diğeri yeni işe başlayan iki kişinin gece vardiyası sırasında, çağrı sisteminde işler karışır. Buldukları çözümler ve cevaplar; gerilim ve mizahın iç içe geçtiği yüksek tempolu bir gece sonunda, onları çarpıcı bir gerçeğe ulaştırır.

Öldün Duydunmu: Büyük bir gürültüyle gözlerini açan adam, kendini hiç bilmediği tuhaf bir yerde bir banyo küvetine gömülü bulur. İçinde bulunduğu durumu anlatmak üzere, bir masalcı gelir. Adam intihar etmiştir ve hayatının masal olarak gözden geçirileceği bir yerde bulunmaktadır. Sonrasında, beklenmedik bir şekilde olaya Ebe olduğu söylenen kişi dahil olur.

14 Şubat 2011 Pazartesi

127 Hours - Danny Boyle Filmi

Yönetmen: Danyy Boyle
Oyuncular: James Franco
Yıl: 2010
Tür: Biyografi - Macera

Adından ve afişinden de rahatça anlaşıldığı gibi 127 saat boyunca doğaya karşı verilen bir yaşam mücadelesi anlatılıyor filmde. Ben izlemeden önce film hakkında hiç araştırma yapmadım dolayısıyla filmin sonunda neyle karşılacağımı bilmeden heyecanla seyrettim. Eğer siz de bu şekilde izlemek isterseniz bu yazıyı gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.

Aslında insan ve doğa arasında yaşanan bu mücadeleyi kimin kazanmış olduğunun pek de bir önemi yok.

Bu filmde açıkça ortaya konan temel fikir, insanın yaşama nasıl bağlı olduğu ve hayatta kalabilmek için neler yapabileceğidir.

Aron Ralston, tırmanışı  seven ve sürekli kendini aşmaya çalışan maceraperest ve doğa aşığı  genç bir adam. Utah'ta bulunan Kanyon Ulusal Park'ında herzamanki yalnız gezilerinden birine çıkar. Bu parkı avcunun içi gibi bilmekte her türlü girinti ve çıkıntıyı kendi yerleştirmiş gibi rahatça gezinmektedir. Bir yandan da bu macerasını kamerasıyla belgelemektedir.
Fakat işler biranda terse döner ve parkın dışında daracık ve izole bir yerde kolu kayaların arasına sıkışır.
Aron'un yanında az bir yiyecek, yarım şişe su, kamera, tırmanma ipi ve kör bir bıçak vardır.
Asıl hikaye de bu noktada başlar.

Film bu dar sahnede çok fazla hareket imkanı olmayan Aron'un 127 saat boyunca yaşadığı mücadele dolu anları anlatıyor. Yalnız bu sadece fiziksel olarak verilen savaş değil aynı zamanda psikolojik ve düşünsel dünyanın da değişimlerini ve tepkilerini izliyoruz. Bu anlamda izleyicinin bu durumu içselleştirmesi çok daha kolay oluyor ve filmin bir parçası haline gelebiliyor.

Düşünün ki, kimsenin geçmediği bir yerde sıkışıp kaldınız ve yardım ümidiniz her an azalıyor. Saatler geçmek bilmiyor, yaralısınız, yiyecek ve suyunuz yok. Yani ölüm kaçınılmaz.

Nasıl tepkiler verirsiniz, içinizdeki doğal varolma güdüsü, moralinizi ne zamana kadar yüksek tutabilir.
Bütün bunların yanında vücudunuz ve zihniniz, bu druma verdiği tepkimelerle sizi zorlamakta. Halüsünasyonlar görmeye başlarsınız, paranoyak olursunuz, çaresizlik her yanınızı sararken mücadeleniz ne kadar sürer?

Aron'un iç dünyasını yansıtma çabası olduğu için gerçekten etkileyici buldum filmi.
Bunun yanısıra vücudunun verdiği tepkileri mikroskobik çekimlerle aralara serpiştirme fikri çok iyiydi.

İngiliz yönetmen Danny Boyle, genelde uçlarda gezinen insanların hikayelerini seviyor.

Kült, karakomedi Trainspotting ile bir grup eroinmanın yaşadıklarını onların gözünden bize aktarmıştı. Özellikle halüsünasyon sahneleri en etkileyici olanlarıydı.

Mezarını Derin Kaz filminde ise yine uçuk kaçık yaşam tarzı ve düşünce yapıları olan üç arkadaşın açgözlülük sonucu başlarının belaya girmesiyle üçünün birbirine düşüşü anlatılmaktaydı.

Beach filmiyle, yine uyuşturucu konusunu ele alan Boyle, bu kez Tayland'da gizli bir adada yaşam süren uyuştrucu bağımlısı bir grup Amerikalı gencin trajik hikayesini anlatıyordu.

Bunların yanısıra 28 gün sonra ve 28 hafta sonra gibi zombi ve korku film türlerininde yönetmenliğini yapmıştır.

Ve elbetteki son filmi Slumdog Millionere ile 2009 yılında En İyi Yönetmen Oscar'ını alarak kendisinden ve filminden çokça bahsettirmişti.

127 Hours, bu yıl En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu ve En İyi Uyarlama Senaryo dalında Oscar'a aday.

Oscar adayı olduğu için değil ama belki çok klasik bir konu olsa bile işlenişi açısından izlemenizi tavsiye ederim.

11 Şubat 2011 Cuma

Public Enemies - Suçlulara Sempati (mi) Duyuyoruz

Geçen gün Public Enemies'i izledim. Uzun ve güzel bir film. Hem gerçek bir yaşam hikayesini anlatıyor hem de Amerikanın büyük bunalım dönemini dekor, kostüm, mekan ve hukuk sistemi yönüyle çok iyi yansıtıyor.
Bilirsiniz Punblic Enemies, o dönem çok popüler olan bir banka soyguncusu, çete elebaşı John Dillinger'ın (Johhny Depp) macera dolu hayatını ve duygusal ilişkisini anlatıyor.

Bu filmden sonra arkama yaslanıp düşündüm, filmde baştan sona Dillinger sempatizanı oluyor seyirci. Ve yasayı temsil eden FBI ajanı Melvin Purvis (Christain Bale) sanki bir anti kahramanmış gibi kötü bir karakater olarak algılanıyor. Yani Melvin'e sinir oluyoruz film boyunca, Dillinger'a her yaklaştığında aman yakalamasın diye heyecanlanıyor, neredeyse Dillinger Melvini vursa diye dua eder hale geliyoruz.

Algımız körelmiş bir şekilde kimi tuttuğumuzun farkına varmıyoruz. Biz aslında bir suçluya sempati duyuyoruz. Farkındamısınız:)

Bu akım ilk nasıl başladı bilemiyorum, o kadar araştıramadaım daha. Sinema tarihine baktığımızda hep yenilikler peşinde olduğunu görüyouz senaristelerin ve yönetmenlerin. Klasik film tarzlarında kahramanlar iyi tarafta olup filmin sonunda da hep kazananlar oluyorlardı. Anti kahramanlar ise kendi inandıkları şeyler uğruna farklı methodlarla başarı sağlamaya çalışan ve bu uğurda herşeyi göze alan karakterlerdir.

Yukarıdaki yaklaşımla sunulan hikayelerde anti kahramanların ruhsal ve duygusal dünyası da ön plana çıkarılarak izleyicinin özdeşleşme süreci yumuşak ve başarılı bir şekilde oluşuyor.
Bu türün çok ilgi gördüğünü göz ardı edemeyiz.

Ben aklıma gelen bazı filmleri sıralıyım. Yani suçlulara sempati duyduğumuz filmler

- Natural Born Killers - Bu filmde Amerikan halkının kendisi bile delice suçlar işleyen katillere sevgi besliyoe ve destekliyorlardı. Üzerlerinde "gel beni vur" yazan t-shirtler bile giyiyorlardı.
- Leon
- Taxi Driver
- Catch me If you Can
- Fight Club

Belki siz listeyi biraz daha genişletirsiniz, şuan aklıma gelenler bunlar, bir de mesela Lost dizisinde Sawyer'sa sempatimizi kazanmıştı mesela:)

10 Şubat 2011 Perşembe

Aşk Tesadüfleri Sever

Bu yazı SPOİLER içerir. Ama baştan söyliyeyim hiiç tavsiye etmeyeceğim bir film olacak. Bu yazı da tamamen eleştirel olarak yazılacak ve hiç acınmayacak.

Kaç gündür herkesin dilinde, billboardlarda sürekli reklamı yapılan ve çok övülen bir film. Ben de zaten bu hafta çok seçenek olmadığı için bu filmi seçmek zorunda kaldım. Kulağımda kalan biilgiye göre de 70 li 80 li 90 lı yılları ve günümüzü yansıtan dönem kostümleri ve mekanları ile tesadüfler sonucu yaşanan bir aşkı anlatıyor konusu.

Ama meğer ne melankolik, ne depresif ne üzücü bir konusu varmış ve ne de gereksiz bir yaklaşımmış.

Başlangıç itibariyle özgün bir hikayeye sahip olacağı bendeki fikri sanırım filmin 15. dakikasında eyvah bu filmin sonu iyiye gitmeyecek, oğlanın bir gözü toprağa bakıyor dedirtti bile. O noktada bıraksalar ben senaryoyu aynen geliştiği gibi yazardım zaten. Sonu hariç tabi, eminim sonunu ben daha iyi yazardım.

Mesela ben ve birkaç arkadaşım biraraya gelip hadi beraber bir film senaryosu yazalım desek, sonra içimizden biri dese ki, teseadüflerle gelişen bir aşk hikayesi olsun. Tamam diyip konuyu geliştirmeye devam etsek, desek ki, ay bunlar aynı hastanede aynı anda doğalar, sonra aynı mahallede çocukluk dönemi geçirseler sonra araya yıllar girse hiç görüşmeseler ve bir gün bir tesadüf sonucu tekrar karşılaşsalar.

Tamaaaam buaraya kadar filmin çatısını oluşturduk diyelim.

Bu noktada çocuğa niye kalp hastalığı vermek ister ki arkadaşlardan biri. Ben olsam hayatta kabul etmem, ama grup etti diyelim. O zaman bu noktadan sonra nolacak, çok basit artık dimi, filmin sonu yokuş aşağı hızla yazılır, filmimiz özgünlükten çıktık artık. Oğlan hasta, e ozaman filmin sonunda tam kavuşacaklarken ölecek dimi, evet napalım böyle klişe bir yola girdik o hastalık fikrini atan düzbeyinli arkadaşımız tarafından.

Ama dur biraz daha kurcayalım sonunu. Mesela hani hastanede başlamıştı ya film, hani bebekler yan yana yatıyordu, o zaman bitişte de ikisi hastanede biraraya gelsin diyor arkadaşlardan biri.

Nasıl yapalım peki diyoruz. Diyor ki, işte oğlan kalp hastası ya, kriz geçirip hastaneye gelsin,

eeeeee, kız da hastaneye gelirken kaza yapsın o da başka hastaneye yatırılsın.

Peki sonra napalım. Napıcaz, biraz da sosyal sorumluluk yönü olsun filmimizin mesela organ bağışının önemini anlatalım.
Haaaa anladım, oğlana kalp lazım dimi,  o zaman kız ölsün, kalbini oğlana takalım.
Vay be süper yazdık senaryoyu ha.

Milleti şakur şukur ağlatıcaz, zaten bizim millet bayılır böyle konulara, bak gör nasıl tutar bu konu.
Bencede arkadaşlar, hadi gidip filmi çekelim...

9 Şubat 2011 Çarşamba

400 Blows - François Truffaut

Yönetmen: François Truffaut
Oyuncular: Jean-Pieree Leaud
Yıl: 1959


400 Blows François Truffaut'un üçüncü filmi olup 12 yaşındaki Antoine Doniel'in dramatik yaşamını konu alır. Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinden olan bu film Truffaut'un başyapıtlarından biri olmasının yanısıra aynı zamanda yarı otobiyografik özellik de taşımakta. Planlı bir hareket olmamasına rağmen Truffaut bu filmden sonra Antoine'in hayatını konu alan bir kaç film daha çekmiştir.


Antoine and Colette (1962), Antoine'in Colette'e aşık oluşunu anlatırken,
Stolen Kisses'de(1968) Antoine'ın yetişkinliğe adım atışını,
Bed and Board'da (1970) evlilik hayatını,
Love on the Run (1979) ise evliliğinin sona erişini anlatır.


Görüldüğü gibi Truffaut bu seriyi peşpeşe değil yıllara yayarak ve arada pek çok başka film çekerek oluşturmuş. Ama en güzeli Antoine'ı çocukluktan itibaren hep aynı kişi yani Jean-Pieree Leaud canlandırmış.


Filmin yarı otobiyografik özelliği Truffaut'un yaşamıyla Antoine'in yaşamı kıyaslanınca çok bariz olarak ortaya çıkmakta.


Truffaut 1932 yılında babasız olarak dünyaya gelir ki bu o dönemde ahlaki olarak gizlenmesi gereken bir durumdur. Bu yüzden bir süre hemşire ve anneannesi tarafından büyütülür. Annesi bir başka adamla evlenince soyadına kavuşan Truffaut ne yazık ki mutsuz bir aile yaşamı geçirir. Özellikle annesinin kendisine kötü davranışları sebebiyle evden uzakta çok vakit geçirmeye başlar.
Hatta annesi ve babası tatile gittiklerinde onu yanlarına almayıp tek başına bırakmaktadırlar. Christmas zamanı yalnız kaldığını bile hatırlamaktadır kendisi.


Okul hayatına da önem vermeyen Truffaut vaktinin çoğunu sinema salonlarına beleş sızarak geçirir. Film seyretmek en büyük zevkidir. Arada ufak tefek hırsızlık yaptığı da olmuştur.


Çeşitli başarısız okul döneminden sonra kendi eğitimini kendi ele almaya karar veren Truffaut haftada üç kitap okumak ve üç film seyretmek gibi hedefler koyar kendine.


Truffaut 18 yaşında 1950 yılında orduya katılır ve iki yıl boyunca kaçmaya çalışır ve tutuklanır. Bazin politik çevresinin yardımıyla onu kurtarır ve kurduğu  Cahiers du cinéma dergisinde eleştirmen olarak ona iş verir ve böylece Truffaut acımasız eleştirileriyle tanınmaya başlar. Kendisine "Fransız Sinemasının Mezar Kazıcısı" diye lakp takılır ve 1958 yulında Cannes Film Festivaline davet edilmeyen tek eleştirmen olur.
François Truffaut "auter teorisi" nin gelişimi için Bazin'e çok destek verir.


Farkındayım filmi bıraktım ve oturup François Truffaut'un hayatını anlatmaya başladım. Ama zaten söylediğim gibi filmde yönetmenin yaşamından o kadar çok gerçek olay alınmışki daha fala filmin konusunu anlatmama gerek yok sanırım.
400 Blows, Antoine'ın 12 yaşındaki mutsuz çocukluğunu ve başarısız okul yaşamını anlatıyor.
Hareketli bir film diyebilirm, yani sahneler çabuk değişmekte, pek çok olaya yer verilmekte. Sanki Truffaut'un aklında kalan anıların parça parça birleştirilmesi gibi.
50'li yılların Fransa'sı, yaşam biçimleri ve okul düzeni hakkında da fikir sahibi oluyoruz ki bu benim en ilgimi çeken şeydir, yani son yüzyılda filmler sayesinde gezinti yapmak.


400 Blows, bir itirafname. Zor bir çocukluk geçirmesine rağmen bir insanın bununla yüzleşmesi ve milyonlara hikayesini anlatma cesaretini gösteren film.



8 Şubat 2011 Salı

Fıkra..

Bu fıkrada kendinize uygun bir rol olduğunu düşünüyor musunuz?
Bizim aileye kesinlikle bu telesekreter lazım:))

Büyükanne ve Dedenin evindeki telesekreter

Günaydın ... şu anda evde değiliz, lütfen mesajınızı bip sesinden
sonra bırakınız. biiiiiiiiyyyp.
 
Eğer çocuklarımızdan biri iseniz, "1" e basınız. Daha sonra 1 ila 5
arasında dünyaya geliş sırasına göre kim olduğunuzu belirtiniz.
 
Eğer çocuklarla kalmamızı istiyorsanız "2"ye basınız

Eğer arabayı ödünç almak istiyorsanuz "3" e basınız

Bizlerden yıkama ve ütü yapmamızı istiyorsanız "4"e basınız

Çocuklarınızın bu gece bizde kalmasını istiyorsanız "5"e basınız

Okuldan torunlarımızı almamızı istiyorsanız "6"ya basınız

Pazar günü için yemek hazırlamamızı istiyorsanız, yada eve servis
edilmesini tercih ediyorsanız "7"ye basınız

Bize yemeğe gelmek istiyorsanız "8"e basınız

Sorun para ise "9"a basınız

Bizi yemeğe davet edecekseniz, yada, bizi tiyatroya götürmeyi arzu
ediyorsanız, hemen konuşmaya başlayın, DİNLİYORUZ...*

7 Şubat 2011 Pazartesi

Jules and Jim - François Truffaut

Bu filmle birlikte yeni bir ilgi alanı açmış oldum kendime. Şimdi harıl harıl "Fransız Yeni Dalga" yönetmenleri ve filmlerini araştırmaya başladım.
Evet Jules ve Jim beni bu akıma cezbedecek bir film oldu

Amerika'dan sonra Fransa, teknik ve sanatsal anlamda sinemanın gelişimine katkı sağlayan en önemli ülkelerden biriydi. Herşeyden önce sinemanın başlangıcı, Fransız Lumier kardeşlerin sinematograf adlı cihazın patentini almaları ile olmuştur.
1. Dünya savaşıyla Amerikan filmlerinin hakimiyeti ile Avrupada film sektörü alt üst oldu. Buna rağmen Fransa'da sanatsal değere sahip filmler üretilmeye devam ediyordu. (Carl Dreyer'in The Passion of Joan of Arc (1928) ve Abel Gance'in Napolyon (1927))

1930'larda sesli filmden en çok faydalanan  Jean Renoir ve Rene Clair, 1940 yılında, Fransız film endüstrisinin Nazilerin kontrolüne geçmesiyle Hollywood'a gitmek zorunda kaldılar. Sansür baskısıyla yönetmenler filmlerinde politik olmayan konular seçmeye başladılar. Yine de o dönem Marcel Carnie'nin Akşam Ziyaretçileri filmi(1942) konusuyla Hitlere gönderme olarak algılandı.

1946'da CNC (Centre National Cinema Français) kuruldu ve ilk olarak, Fransız film sektörünü Amerikan filmlerinden korumak için gösterime girecek yabancı filmlerin sayısını kısıtladı. Böylece bağımsız filmlerin finanse edilmesi kolaylaştı ve film noir geri döndü.

Bu sıralarda edebiyat uyarlaması geleneği hala sürüyordu. Fransız yıldızalar ise 20 yıldır değişmiyordu.
Ayrıca Fransız film endüstrisinin Hollywood etkisiyle basmakalıp seri üretim metodu çokça eleştirilmeye başlanmıştı.

1951'de Andre Bazin, en etkili sinema dergilerinden biri olan "Cashiers du Cinema"yı kurdu. Dergide yer alan genç yönetmenler kendi filmlerini çekerek geleneksel edebi Fransız sinemasına karşı savaş başlattılar.
Fransız Yeni Dalga denilen bu hareketin öncüleri ise François Truffaut, Jean-Luc Godard, Éric Rohmer, Claude Chabrol idi.
Bu akım yönetmenlerinin birçoğu dönemin çehresini değiştiren toplumsal ve siyasi değişimlere filmlerinde yer vermiş; kurgu, görsel biçim ve sinematografik anlatımlarındaki farklılıklarla muhafazakar paradigmadan kesin bir kopuş sergilemişlerdir.

Jules and Jim

Yönetmen: François Truffaut
Oyuncular: Jeanne Moreau, Oskar Werner
Yıl: 1962

Jules ve Jim, Traffaut'un 6. filmi olup eleştirmenler tarafından en iyi filmlerinden biri olarak değerlendirilmekte.
Yeni dalga akımının tohumlarını oluşturan bu film, aktüalitesi, fotoğrafik stilleri, donan kareleri, hareketli kamera çekimleri ve anlatıcı dış ses ile özgün bir sinema dilini ortaya koymakta.

Henri Pierre Roche'nin kitabının uyarlaması olan Jules ve Jim konu itibariyle de sinema tarihinde ilklere giriyor sanırım. Temel olarak üç kişi arasında yaşanan bir aşkı anlatmakta.

Birinci dünya savaşının öncesinde başlayıp savaş sonrasında da devam eden uzun sürece dayalı filmde, bir kadına aşık iki iyi dostun arasında saygının ve sevginin nasıl muhafaza edildiği, karısına aşık bir adamın onu kaybetmemek adına çaresizce ikinci plana düşmeye gözyumması anlatılıyor.
Bohem hayat tarzı, doyumsuzluğu yüzünden birbirini kabullenmiş iki erkek tarafından sevildiği halde bir türlü mutlu olamayan bir kadın, gençlik döneminde tanışmış biri Avusturyalı biri Fransız yazar arasında geçmekte hikaye.

Ben çok keyif aldım doğrusu. İlgisi olanlara tavsiye ederim.

4 Şubat 2011 Cuma

Ajanda'dan Hediye Çekilişi

Ajanda'da sürprizlerin ardı arkası kesilmiyor:)
Bu ay İstanbullu tüm okuyuculara İtalyan kahve hediye ediyoruz bildiğiniz gibi. Ayrıntılar Şubat sayısında.
Şimdi ise yeni bir hediye çekilişinin haberini vermek istiyorum.

5 şanslı kişiye SWAROVSKİ TAŞLI GÜMÜŞ İNCİ KOLYE armağan ediyoruz, üstelik gerçek istiridye kabuğunun içinde.
 
http://www.incikolye.com.tr/swarovski-tasli-inci-kolye-vipinci.html

 adresinden kazanacağınız bu harika ürün hakkında daha detaylı bilgi alabilirsiniz.


Yapmanız gereken sadece çekilişe katılmak. Nasıl mı?
  1. Ajanda Dergi aktif abonesi olmak. Bunun için sitemizin sol tarafında bulunan ‘mailinizi yazın’ bölümüne mail adresinizi yazarak abone olabilirsiniz.  (http://www.ajandadergi.blogspot.com/)
  2. Abone olduğunuz mail adresinizden iletisim@ajandadergi.com adresine “çekilişe katılmak istiyorum” içerikli mail atıp çekiliş için 1 hak kazanabilirsiniz.  
  3. Facebook sayfamızdaki çekiliş duyurularımızdan birine yorum yazarak +1 çekiliş hakkı daha kazanabilirsiniz.  
  4. Varsa blogunuzda veya web sitenizde bu çekilişle ilgili bir duyuru yayınlayıp sayfamıza link verirseniz ve iletisim@ajandadergi.com adresimize bu postunuzun linkini gönderirseniz +1 çekiliş hakkı kazanabilirsiniz.  
  5. Son çekiliş hakkı için 9 Şubat sabah saat 11:00’e kadar vaktiniz var.  
  6. Sonuçlar aynı gün açıklanacak ve şanslı kazananlara gönderilmek üzere kargoya verilecektir.  
  7. Çekilişler random.org aracılığıyla yapılacaktır.
Küçük bir sır daha vereyim: Bu ay başka sürpriz çekilişimiz daha olabilir. Sevgililer Gününe romantik bir şekilde girebilirsiniz. Bu kadar ipucu yeter.

1 Şubat 2011 Salı

Ajanda Dergi 9. Sayı İle Karşınızda

Ajanda Dergiyi büyük değişimlerle ve sürprizlerle hazırlamaya devam ediyoruz.
Ekibimize katılan yeni arkadaşlarımızın dergimize kattığı değerin yanısıra (Hepsidetay, İnsanat, Özge Günesen ve Mart ayında İmge Tan) yeni web sitemiz çok yakında hazır olacak. Bizi facebooktan'da takip edebilir ve güncel duyurularımızdan haberdar olabilirsiniz.

Özenle yazılan kaliteli yazılarla dopdolu Şubat sayımızda okuyuculara da sürprizler hazırladık bu ay.
Hepsi derginin içinde.

Şubat sayısının içeriği ile ilgili birkaç ipucu vererek  herkese keyifli bir ay diliyorum.

- Öne Çıkan Etkinlikler, Festivaller, Sergiler

- Vizyon Filmleri
- Yeni Çıkan Kitaplar
- Gezi - "Uludağ"
- İhtişamın ve Kudretin Ev Sahibi "Topkapı Sarayı"
- Röportaj - Modanın Yeni Deklanşörü "Ozan Balta"
- Aronofsky'den Çarpıcı Bir Film Daha "Black Swan"
- Aşkın Tadı "Çikolata"
- Jenerik Markalar
- Sosyal Sorumluluk Projeleri
- Çalışan Annelerin Hakları Nelerdir?
- Ayın Blogu " Pinomino"

http://www.ajandadergi.blogspot.com/
http://www.facebook.com/#!/ajandadergi