25 Eylül 2010 Cumartesi

Jim Jarmusch Filmleri 1- Down By Law















Jim Jarmusch filmlerinden ilk olarak Broken Flowers'ı seyretmiştim. İkinci olarakda Down By Law.
Öyle gözükiyor ki önümüzdeki ayı sadece Jarmusch'un tüm filmlerini seyretmeye ayıracağım. Bu iki film, yönetmenin bütün filmleri için bende merak uyandırdı.
Belli bir sakinlikte ve tempoda geçen filmler, (benim henüz seyrettiklerim elbette) acımasız bir dünyanın etkilerini yansıtan bir ortamda kahramanların boşvermişlikleri ve kabullenmişliklerini mizahi bir bakış açısıyla ve fevkalade müzikler eşliğinde aktarıyor.

Bağımsız Amerikan Sinemasının en önemli yönetmenlerinden ve "auteur" lerinden biri Jim Jarmusch. Yani, tüm filmlerinde kendisine ait kişisel izler ve yaratıcılık örneklerini görebildiğimiz sinemacılardan. Filmlerinin çoğu kült seviyesine ulaşmış olan Jarmusch kendi negatiflerinin sahibi olan tek Amerikalı anlatı sinemacısıdır.

diyor ki,

"Bağımısz sinemacılık tam bir kumar gibi. Yönetmenlik işlerini kabul ederek ya da filmlerim üzerindeki denetimimden vazgeçip, onları en yüksek fiyat verene satarak çok daha fazla para kazanabilirdim. Ama bir işe hayatımın üç yılını ve bir sürü emek veriyorsam ve sen de para koyuyorsan, karı paylaşabiliriz, ama negatifler benim elimde olur" (Variety, 27 aralık 1989)

Jarmusch, minimalist bir film yapımcısı olarak bilinir. Müzik, filmlerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Filmlerinde kullandığı müziklerin sahibi müzisyenler çoğu zaman oyuncu olarak da yer almaktadır. Örneğin, John Lurie, Tom Waits, Gary Farmer, Youki Kudoh, RZA and Iggy Pop filmlerde rol almıştır.

ve şöyle demiş,

"Hiçbirşey orijinal değildir. Esinlenebileceğiniz ve size yakıt olabailecek herhangi birşeyi çalın. Yalayıp yutun, eski, yeni bütün filmleri, kitapları, müzikleri, resimleri, fotoğrafları, şiierleri, rüyaları, sohbetleri, mimariyi, köprüleri, işaretleri, ağaçları, bulutları, suyu, ışığı, gölgeyi. Çalmak için sadece direk ruhunuzla konuşan şeyleri seçin. Eğer bunu yaparsanız işiniz otantik olacaktır. Otantiklik, paha biçilmezdir, orijinallik ise varolmayandır. Hırsızlığınız sizi rahatsız etmesin, hatta bunu kutlamalısınız. Her durumda Jean-Luc Godard'ın söylediği şeyi hatırlayın "önemli olan sizin aldığınız şeyler değil, onları götürdüğünüz yerdir." -Jim Jarmusch, The Golden Rules of Filming

Jarmusch filmlerinin ortak özelliği yollarda geçmesi, kahramanların yalnız yaşayan, gururlu, çevrelerindeki insanlardan yardım almaktan kaçınan insanlar oluşu ve onların gelişimlerini ortaya koyan hikayeler olması.
Aynı bugün bahsedeceğim "Down By Law" filminde olduğu gibi.

Jarmusch filmlerini yakın takibe aldım ve bir yazı dizisi şeklinde yazmayı düşünüyorum.

Down By Law

Yıl: 1986
Oyuncular: Tom Waits, John Lurie, Roberto Benigni

New Orleans'ta, biri fazlasıyla kibirli ve hiçbir işte çok kalamayan bir DJ (Zack), diğeri hayal kurmayı seven bir pezevenk (Jack) hiç beklemedikleri bir anda tuzağa düşerler ve kendilerini hapishanede aynı hücrede bulurlar. Daha sonra aralarına  Amerika'ya turist olarak gelmiş ve çok az İngilizce bilen bir İtalyan (Roberto) katılır. Jack konuşmayı ve hayallerini anlatmayı severken Zack ketum ve içine kapanık haller sergilemektedir. Roberto'nun da aralarına katılmasıyla üçlü arasında bir yakınlaşma başlar. Roberto bir kaçış planı olduğunu söyler ve üçü ortak bir maceraya atılırlar.

Kısa notlar:

- Filmin açılışı bir harikaydı. Günahlar kenti New Orleans'ın tekinsiz sokaklarında ilerleyerek eski tarz binaları ve civarı gösteren bir çekim ve fonda Tom Waits'in "Jockey Full of Bourbon" şarkısı çalmaktadır. Müzik kesilir ve önce ev ortamında Jack'i bi kaç dakika izleriz, sonra tekrar sokaklarda kamera ilerlerken müzik devam eder ve bu sefer Zack'in ev ortamına şahit oluruz. Bence etkileyici ve keyifli bir açılış olmuş.

- Roberto Benigni, az İngilizcesi, cebindeki not defteri ve abuk subuk deyimleri not alışıyla ve ayrıca tavırlarıyla tiyatrovari bir oyunculuk ama filmin mizah temposunu yükseklere taşıyan bir rol sergiliyor. Özellikle zirveye çıktığı iki sahne var ki unutamam, biri tavşan pişirdiği diğeri de hapishanede kağıt oynarlarken "I scream ice cream" tekerlemesini fark ettiğ an.

- Tom Waits'in canlandırdığı karakter zannediyorum ki onun karakterine uygun olarak yazılmış, hatta sanki böyle birşey okuduğumu hatırlıyorum. Zaten Jim Jarmusch ve oyuncular yakın arkadaş olduklarından onların kişiliklerini yansıtan karakterler yaratıp hikayeyi oluşturmuş ayrıca filmin çekimleri sırasında o kadar eğlenmişler ki bittiğine çok şaşırmışlar ve üzülmüşler. Ayrıca Jim Jarmusch'un bir senaryoyu yazarken detayları sonradan eklemek yerine detayları biraraya getirip bir hikaye çıkaran bir yönetmen olduğunu belirtmek gerek.

- Hapishaneden kaçtıktan sonra başlayan yol hikayesindeki görüntüler çok güzeldi. Özellikle siyah beyaz çekim olduğu için geniş açı manzaralar çok etkileyiciydi.

- İki güçlü ve kibirli karakterin yanına delidolu ve saf bir karakter yaratn Jarmusch, izleyiciyi her an ters köşeye yatırarak sürprizler yapıyor. Hayati meselelerin herbirinde zayıf görnüşlü karakterin ön plana çıkması bir alaycılık söz konusu olabilir.

22 Eylül 2010 Çarşamba

filmekimi programı belli oldu!

8-14 Ekim tarihleri arasında bir hafta boyunca dünyaca ünlü film festivallerinden seçme filmler Atlas Sineması, Beyoğlu Sineması ve Cinebonus Maçka Sinemlarında gösterimde olacak.

Filmlerle ve organizasyonla ilgili ayrınıtlı bilgi için http://www.iksv.org/filmekimi_2010/ tıklayabilirsiniz.

Ben aralarından üç filmi izlemeyi isterim.

Sihirbaz / L'Illusionniste
Yönetmen: Sylvain Chomet

İngiltere-Fransa, 2010

Efsanevi Fransız mim ustası, yönetmen ve oyuncu Jacques Tati, ölümünden yıllar sonra beyazperdede yeniden can buluyor, ama bu kez çizgi film haliyle. Belleville'de Randevu filminin yönetmeni Sylvain Chomet'nin uyarladığı ve Berlin Film Festivali'nde dünya prömiyeri yapılan Sihirbaz, Tati'nin 1956'da büyük kızına bir mektup formunda yazdığı, çekilmemiş bir senaryosundan esinlenerek sinemaya kazandırılan bir canlandırma film. Meşhur Sihirbaz, bu sahne sanatının nesli tükenmekte olan son temsilcilerindendir. İskoçya'da bir köy barında sanatını icra ederken Alice adında masum bir kızla tanışır ve ikisinin de hayatı değişir. Sahnede onu izleyen Alice, yaptıklarının gerçek sihir olduğunu sanarak kahramanımıza hayran kalır.

MAMUT

Yönetmenler: Benoît Delépine & Gustave Kervern
Oyuncular: Gérard Depardieu, Yolande Moreau, Isabelle Adjani
Fransa, 2010

Serge Pilardosse, 60 yaşına basınca mezbahadaki işinden emekli olmanın vakti geldiğine karar verir. Kusursuz bir işçidir Serge; çalışmaya başladığı 16 yaşından bu yana bir tek gün bile izin kullanmamıştır. Ancak, eski işverenleri bazı evrakları beyan etmedikleri için Serge tam emekliliğe hak kazanamaz. Karısının da teşvikiyle 70'lerden kalma Mammuth marka motosikletine atlayan Serge, kayıp evrakın peşine düşer. Gençliğinin izinde, macerayla dolu bu yolda eski iş arkadaşları, tuhaf akrabalar ve hayaletlerle karşılaşacaktır Serge. Komik olduğu kadar absürd durumların art arda sıralandığı bu eğlenceli yol filmi 70'lerin ruhunu usta bir oyuncu kadrosuyla büyük ekrana taşıyor.

NEW YORK, I LOVE YOU

Yönetmenler: Fatih Akın, Yvan Attal, Randy Balsmeyer, Allen Hughes, Shunji Iwai, Shekhar Kapur, Joshua Marston, Mira Nair, Natalie Portman, Brett Ratner, Jiang Wen

Oyuncular: Orlando Bloom, Hayden Christensen, Ethan Hawke, Eli Wallach, John Hurt, Shia Labeouf, Natalie Portman

ABD, 2009

Paris, Seni Seviyorum'la aynı fikirden yola çıkan bu filmin inanılmaz bir yönetmen ve oyuncu kadrosu var. Günümüzün en yaratıcı on bir sinemacısının kamerasından hiçbir zaman uyumayan, New York kentinde apansız, şaşırtıcı, heyecan verici, seksi, eğlenceli, akıldan çıkmayan, insanları birbirine bağlayan tutkular ve aşk öykülerini izlemeye doyamayacaksınız. Filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Uğur Yücel, Robin Wright Penn, Irfan Khan ve Christina Ricci de var.



 Tüm filmekimi film listesi ise,


• Ateşle Oynayan Kız /  Yönetmen: Daniel Alfredson / İsveç-Danimarka-Almanya


• Turne / Tournee / Yönetmen: Mathieu Amalric / Fransa

• Gümmm / Kaboom / Yönetmen: Gregg Araki / ABD-Fransa

• Carlos / Yönetmen: Olivier Assayas / Fransa-Almanya

• İnsanlar ve Tanrılar / Des Hommes Et Des Dieux / Yönetmen: Xavier Beauvois / Fransa

• Devrim! / Revolucion / Yönetmen: Gael Garcia Bernal, Mariana Chenillo, Fernan... / Meksika

• Ağaç / The Tree / Yönetmen: Julie Bertuccelli / Fransa-Avustralya

• Her Şey Güzel Olacak / Alting Bliv.. / Yönetmen: Christoffer Boe / Danimarka-İsveç-Fransa

• Sihirbaz / L'Illusionniste / Yönetmen: Sylvain Chomet / İngiltere-Fransa

• Mamut / Mammuth / Yönetmen: Benoît Delépine & Gustave Kervern / Fransa

• Anneme Dokunma! / Cyrus / Yönetmen: Jay Duplass & Mark Duplass / ABD

• Sosyalizm / Socialisme / Yönetmen: Jean-Luc Godard / İsviçre-Fransa

• Hırsız / Der Rauber / Yönetmen: Benjamin Heisenberg / Avusturya-Almanya

• Benim Güzel Oğlum Ne Yaptın Sen? / My So.. / Yönetmen: Werner Herzog / ABD-Almanya

• Aslı Gibidir / Certified Copy / Yönetmen: Abbas Kiarostami / Fransa-İtalya

• Şeytanı Gördüm / Akmareul Boattda / Yönetmen: Kim Ji-Woon / South Korea

• Nefes Nefese / Inhale / Yönetmen: Balthasar Kormákur / ABD

• Ateşli Oda / Room in Rome / Yönetmen: Julio Medem / İspanya

• Duyarlı Evlat-Frankestein Projesi / Szelid T.. / Yönetmen: Kornél Mundruczó / Macaristan

• Chatroom / Yönetmen: Hideo Nakata / İngiltere

• Mutluyum, Devam Et / Happythankyoumoreplease / Yönetmen: Josh Radnor / ABD

• Aşka Fırsat Ver / L'Age De Raison/ Yönetmen: Yann Samuell / Fransa-Belçika

• Mezara Kadar / Get Low / Yönetmen: Aaron Schneider / ABD

• Jack'in Kayık Gezintisi / Jack Goes Boating / Yönetmen: Philip Seymour Hoffman / ABD

• Güzel Bir Hayat Düşlerken / Circus Columbia / Yönetmen: Danis Tanovic / Bosna Hersek-Fransa-İngiltere-Almanya-Slovenya-Belçika-Sırbistan

• Montpensier Prensesi / La Princesse... / Yönetmen: Bertrand Tavernier / Fransa-Almanya

21 Eylül 2010 Salı

Eyyvah Eyvah

Yönetmen     : Hakan Algül
Yapımcılar    : Yılmaz Erdoğan, Necati Akpınar
Senarist        : Ata Demirer
Müzik           : Fahir Atakoğlu
Oyuncular     : Demet Akbağ, Ata Demirer

Hikaye Trakya'da geçmekte. Hüseyin anneannesi ve dedesi ile yaşamaktadır. Klarnet çalarak para kazanan, sevimli, tombul (Ata!), sinirlendiğinde saldırgan olabilen genç delikanlı Hüseyin, kasabadaki sağlık ocağındaki hemşire ile flört etmektedir.

Babasının küçükken bir kazada öldüğü söylenmiştir ona. Fakat bir gün anneannesinin kilitli sandığında babasından annesine yazılı mektupları bulur ve gerçeğin çok farklı olduğunu, hatta babasının yaşıyor ihtimali olduğunu öğrenir. Onu bulmak üzere herşeyi bırakıp İstanbul'a gelir.
Terzi bir akrabasının yanında kalmaya başlar. Tesadüf eseri ikinci sınıf şarkıcı Firüzan ile tanışır ve ikisini de içine alan macera dolu olaylar yaşanmaya başlar.

Kısa Notlarım:

- Filmin açılış sahnesi çok güzeldi, ama filmin devamında bu tempo tutturulamadı.

-Evet, herkesin dediği  gibi Demet Akbağ güzel bir fiziğe sahip ama filmde girdiği kılık ile bana hep Seda Sayan'ı izliyormuşum hissi verdi. Adi sarı uzun saçlar, iri tavşan dişler, tavırlar ve kıyafetler aynı Seda Sayan!

- Trakya şivesi bir hoşluk katmış, ama genelde şiveli filmler genelde oyunculuk açısından yapmacık olur, Ata'da da zaman zaman zorlama bir oyunculuk hissettim doğrusu.

- Küfüre dayalı espri yok. Genelde Ata Demirer'in davranışlarına ve durumlara gülüyoruz, ama ben kahkahadan gözyaşı dökmedim. Restaurant sahnesi ve kardeşi sandığı bakkalın sahnesi benim favorilerim.

- Her komedi Türk filminde olduğu gibi kahramanların başı eli silahlı adamlarla belaya girer.Kaçma kovalamaca, yakalanma, ölüme 5 kala sahneleri bunda da vardı ve artık kabak tadı verdi.

- Görüntüde sanatsal kareler, fotoğrafik bakış açısı yoktu. Örneğin, Organize İşler filminde İstanbul'un helikopterden panoramik görüntüleri akıllarda kalmıştır eminim. Türk filmlerinde bu tarz planlar son zamanlarda yer almakta.

- Senaryo, tek bir güzergah izlercesine yalın ve basitti. Olayların gidişatı önceden sezinlenebiliyordu. Sanırım ben komedi filmlerinde de bir zeka parıltısı, merak unsuru ve gerçekçi bir hikaye arıyorum. Komedi türünde favori listem şöyle. Herşey Çok Güzel Olacak, Vizontelele, İnşaat, Kanalizasyon, Neşeli Hayat.

- Sonuç olarak film, çoğu komedi türünün özelliği olan "oldu da bitti Maaşallah" çabukluğunda geçti ve üzerinde düşünecek bir kırıntı bile bırakmadı.

17 Eylül 2010 Cuma

Fahrenheit 451 (1966) ve bir soru

Bir soruyla başlamak istiyorum:
Ne tür kitaplar okumaktan hoşlanırsınız ve kitap okudukça kendinizde nasıl bir fark yarattığınızı hissediyorsunuz?

Bu soruları bana sorduran bir film. Kitapsız bir dünya da yaşamanın nasıl olabileceğini anlatan bir film.


Yönetmen: François Truffaut
Roman: Ray Bradbury
Oyuncular: Julie Christie, Oskar Werner
Yl: 1966

Bilimkurgu türünde ve distopik bir hikaye var karşımızda. Belirsiz bir zamanda, sıkı kurallarla ve ceza sistemleriyle yönetilen bir ülkede geçmekte olaylar. En büyük suç ise kitap okumak. Evde kitap bulundurmak yasak.
İtfaiye birliğinin görevi ise yangın söndürmek değil yangın çıkarmak!
İspiyoncular sonucunda evlerinde kitap bulunduranlara baskın yapılıp bütün kitaplar yakılmaktadır.

İtfaiye personelinden Montag'da düşünmeden sorgulamadan bu görevini yerine getirmektedir. Terfi edeceği dönem yeni tanıştığı komşusu Clarisse ile yaptığı sohbet sonucu kitaplara ilgi duymaya başlar ve suçluları cezalandırırken kendinin suçluların dünyasında bulur.

Karısı Linda ise diğer vatandaşlar gibi vaktini sadece devletin kontrolündeki içi boş televizyon programlarını seyrederek ve sakinleştirici haplarını alarak geçirmektedir. Montag terfisinin haberini verdiğinde bile tepkisi daha büyük televizyon alabileceklerinin mutluluğudur.

İtfaiye departmanının müdürü her yangına gidişlerinde yakılan kitapları ve türlerini kötülemektedir. Bir devlet politikası olarak yayılması istenen düşünce, kitapların insanları rahatsız ettiği, antisosyal ve mutsuz ettiğidir.
Bu düşünce sistemine göre, romanlar asla varolmamış insanlar hakkında yazılmıştır ve gerçek olmayan yaşamları anlatır, halk bunları okuyup hayatlarını başka şekilde yaşamak ister, felsefe kiatpları yazarlarının hepsi aynı şeyi söylemektedir "ben hakılıyım sen aptalsın", biyografiler ölüler hakkında hikayelerdir. Yazarlar, ego tatmini ve başkalarından farklı olabilmek adına kitap yazarlar. Herkesin mutlu olmasının tek yolu eşit olmaktır!

Montag, sisteme karşı savaşmak ister, bunun için bir plan yapar fakat bambaşka bir sistemin ve yaşam tarzının farkına varır.

İnsanları düşünmekten alıkoyan ve düşünmeye yol açacak şeyleri ortadan kaldırmaya yönelik düzen kuran bir devlet, kolayca idare edilen, bilgisiz, cahil, ve boş şeylerle vakit öldüren ve neyi neden yaptığını bile sorgulayamayan bir toplum yaratmış.
Yine de baskı ve yasaklar, insanlar için korkutucu olmakla beraber bir cazibe merkezi de olmaktadır. İnsan doğası aynı suya benzer, suya ne kadar basınç uygularsanız uygulayın onu sıkıştıramazsınız, sızacak ve ya akacak bir nokta bulur.
Hayaller ve umut hiçbir zaman ölmez, bunları geleceğe taşıyacak birileri daima çıkacaktır.

Sorumu hatırlatıyorum: Ne tür kitaplar okumaktan hoşlanırsınız ve kitap okudukça kendinizde nasıl bir fark yarattığınızı hissediyorsunuz?

Not: Fahrenheit 451 kitabı ve filmi ile başka bir görüş daha okumak isterseniz sevgili Banu'nun Ajanda'nın Ağustos sayısında yayınlanan yazısını öneririm.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Koleksiyonculuk üzerine iki film "11e10 Kala" ve "Everything is Illuminated"

Çocukken eminim herkesin biriktirdiği birşeyler vardı. Bir düşünün! Buna teşvik edilirdik, anne babaların yanısıra özellikle dedelerimiz, annenane ve babaannelerimiz bizi heveslendirirlerdi.
Ben şehsen pek birşey atamadığım için herşeyin koleksiyonunu yapmaya müsait bir bünye olarak koleksiyoner çocuk profiline çok uygundum. Pul, peçete, kartpostal başlıca biriktirdiklerimdi.
Hiç düşündünüz mü koleksiyonculuk üzerine?
Bize ne kazandırır?
Nasıl bir içgüdüdür bu?
Çocuklar için niye bu alışkanlık önemli?

Ben bugüne kadar pek düşünmemiştim, ta ki bu iki filmi seyredene kadar.
Önce filmleri tanıtayım:

11'e 10 Kala

Yönetmen: Pelin Esmer
Oynayanlar: Mithat Esmer, Nejat İşler
Yıl: 2009
Ödüller: Yerli Yabancı Festivaller 15 ödül sahibi
Konusu:
83 yaşında ki Mithat bey, gazete başta olmak üzere pek çok şeyin koleksiyonunu yapmaktadır. Yıllardır biriktirdiği şeyler evinde o kadar yer kaplar ki, yürümek için bile çok küçük alan kalmıştır.
Tek bir koltuğu ve bir yatağı dışında başka eşyası yoktur. Eşinden de koleksiyonu için vazgeçmiştir.

Hergün yeni parçalar ve gazeteler almak üzere dışarı çıkar.
Yaşadığı apartman depreme dayanıklı değildir ve apartman sakinleri bir müteahhitle anlaşıp yeni bir bina yaptırmak ister ama Mithat beyin bu anlaşmayı imzalamaya hiç niyeti yoktur.

Komşularının şikayeti üzerine evine gelen denetimciler yüzünden bazı eşyalarını apartmanın deposuna kaldırmak zorunda kalır. Apartamanın kapıcısı Ali ona bu konuda yardımcı olur. Ali ayrıca Mithat bey'in alışverişlerini de yapar ve bir apartman binasıyla sınırlı bilgisi genişler. Fakat Ali'nin para hırsı yüzünden Mithat bey bu yardımları pahalıya ödeyecektir.

Filmle ilgili kısa notlar:

- Belgesel türünde bir film, Mithat Esmer aslında kendini oynuyor diyebiliriz, elbette bir senaryoya bağlı kalarak. Nejat İşler ise mükemmle performans gösteriyor tabii ki söylemeye gerek yok.
- Mithat bey'in kararlı, sakin tavırlarına bayıldım. İnandığı şeye sahip çıkıyor sonuna kadar, koleksiyonculuğu yüzünden hor görülüyor çoğu zaman. Kimse onu anlamıyor, biriktirdiklerine çöp gözüyle bakıyorlar, biraz anlayanlar ise gelir kaynağı olarak görüyorlar. Mücadelesi öyle büyük ki, karısı bile ya ben ya koleksiyonun dediğinde koleksiyonunu seçmiş.
- Elektirkler kesilince kapıcı dairesine gelen Mithat bey'e vişne hoşaflı votka ikram etmesi
- Yeğeninin yanlışlıkla koleksiyonun parçası votkayı açması ve  koleksiyonu bozması bu esnada Mithat bey'in aynı votkadan ona açılmışı sunması ve daha sonra aynı votkayı Ali'ye buldurtup koleksiyondaki yerine koydurtması
- Eski ses kayıtlarını dinleyişi, sürekli bozulan cihazlarını tamire götürmesi, ucuz saatler alması, ve herşeyden ikişer tane alması

Özel not: Bu filmi Ceren sayesinde öğrendim. Onun blogundan o kadar çok şey not alıyorum ki, bu da onlardan biri. Çok teşekkür ederim Cerencim, yine harika bir öneri oldu. Ceren'in bu filmle ilgili yazısını okumak isterseniz lütfen tıklayın .

Everything is Illuminated, Herşey Aydınlandı

Yönetmen: Liev Schreiber

Oyuncular: Elijah Wood, Eugene Hutz
Yıl: 2005
Konusu:
Musevi kökenli genç bir Amerika'lı olan Jonathan (Elijah Wood) uzun yıllardır ailesine ait hatıra eşyaların koleksiyonunu yapmakta, takma dişten fotoğrafa ne bulduysa ayrım yapmadan biriktirip küçük naylon poşetlerde muhafaza etmektedir.

Bir gün büyükbabasının geçmişini araştırmak üzere Ukrayna'ya doğru yola çıkar. Elinde tek bir fotoğraf ve bir köyün isminden başka ipucu yoktur. Odessa'da bir ailenin işlettiği küçük bir seyahat şirketi ile anlaşır. Şirketin tur rehberi ve tercümanı hip-hop müziği hastası altın dişli Alex ve Alex'in Musevi' lerden pek hoşlanmayan eksantrik ve huysuz büyükbabası, bir de büyükbabanın "Sammy Davis Junior Junior" isimli tuhaf köpeği şirketin tek külüstür arabasına binerek Ukrayna'nın içlerine doğru yola çıkarlar.

Farklı kültür ve kuşaklardan oluşmuş bu tuhaf üçlü II. Dünya Savaşı sırasında Jonathan'ın büyükbabasını Nazi'lerin elinden kurtaran kadını arayacaklardır. (alıntı: wikipedia)

Filmden notlar:
- İlk yarı çok eğlenceli geçiyor, Alex'in yarım yamalak İngilizcesi, dedesinin sinirli tavırları ve agresif köpekleri, Jonathan'a zor anlar yaşatır.
- Yol maceraları da bir o kadar komikti, uçsuz bucaksız tarlalların arasında kaybolmaları, yol sormak için buldukları insanlar ve aldıkları cevaplar çok güldürdü beni.
- Fakat ikinci yarı işler birden karamsarlaşmaya ve tarihin bilinen acımasız gerçeklerinin ortaya çıkmasıyla üzücü ve düşündürücü bir hal almaya başlıyor. Nazilerin yahudi soykırımının etkileri Ukrayna'ya akadar uzanmış ve bilinçaltına ve tarihe gömülmüştür. Ama Jonathan'ın bu seyahati bu gerçeklerle yüzleşmeyi ve hatta bazı yanlış bilinenleri doğrulamaya yönelendirir karakterleri.
- Film de yine bir koleksiyoncunun obsesif tutumlarını görüyoruz, yanında gezdirdiği küçük poşetlere gördüklerin koyan Jonathan, bir böceği bile toplamkatan kendini alamamaktadır.

Özel not: Bu filmi ise bizi çok güzel bir akşam yemeği ile ağırlayıp evlerinde harika vakit geçiridiğimiz sevgili arkadaşlarımız Canay ve Halit o günün anısına hediye etmişlerdi. Hem konuk olup hem de üstüne böyle güzel bir hediye almak beni çok mutlu etti, çok teşekkür ederim.

Gelelim koleksiyonculuk güdüsüne.
Bence, birşeyin koleksiyonunu yapmak, araştırma, bulma, sahip olma, saklama veya teşhir etmenin zevkini yaşatıyor. Bir konuda derin bilgi sahibi olunmasına yardımcı oluyor. Yalnız bu bir bağımlılık, dikkatli olmak gerek, huzursuzluğu de beraberinde getirebiliyor.

Koleksiyon yapmak hatıraları kolay hatırlamanın bir yolu ayrıca. Beynimiz anıları bir eşya ve hatta koku ile daha kolay hatırlıyor. Böylelikle kişisel geçmişimizle ilişkimiz daha yakın olur.
Yine de kabul etmek gerek ki bu bir takıntı.
Bence düşünce koleksiyonculuğu yapıp anılarımızı zihnimizde biriktirmekte fayda var. Ben çok önce koleksiyonlarımı devam ettirmeyi bıraktım, elbetteki değersiz şeylerdi o zaman, ama bırakmasaydım kimbilir şimdi neyin peşinden koşuyor olacaktım,
bilmiyorum belki faydasını gören veya düşünen vardır, yine de bilgi koleksiyonculuğu daha iyi bence.

8 Eylül 2010 Çarşamba

Ajanda Eylül Yayında!

8 blogçu bir araya geldik, büyük bir keyifle her ay kültür, sanat, gezi ve aktüel konularda bir dergi hazırlamaktayız.

Festivaller, konserler, kitap sinema önerileri, gezi anı yazıları, röportajlar, hobi seçenekleri derken 100 sayfaya yakın dolu dolu bir paylaşım platformu ortaya çıktı.

Dergiyi online okuyabilir ve ya benim önerim pdf olarak indirmeniz ve her an masa üstünüzden ulaşabilmeniz.

Adresimiz: http://www.ajandadergi.blogspot.com/







4. sayımızda aşağıdaki konuları hazırladık.

- Festivaller, Sergiler
     -Akbank Caz Festivali Başlıyor
     - Gülay Alpay Sergisi
-Sinema
    - Ödüllü Türk Filmleri
    - Nostalji Film Köşesi
    - Genç Kuşak Aktörler
    - Vizyondakiler
- Kitap
    - İnceleme "Agora"
    - İncelem "Agatha Christie"
    - Yeni Çıkan Kitaplar
- Harekete Geç
    - Badmintonla Eğlenceli Saatler
    - Paten Zamanı
- Gezi
    - İstanbul'da Turist Olmak " Kivahan"
    - Macera Dolu " Meksika"
    - Kaçamak " Kıyıköy"
- Çocuğunuz İçin Oyuncak Seçimi
- Ramazan Reklamları
- Bir Kaşık Bilgi "Bağbozumu"

2 Eylül 2010 Perşembe

New York Üçlemesi, Paul Auster

Hepimizin sevdiği yazarlar vardır, bir gün bir kitabıyla tanışmışızdır ve bunu bir başka kitabı takip etmiştir. Zaman içinde artık o yazarı tanıyormuşuz hissine kapılırız. Sanki aile dostumuzdur o yada bir arkadaşımızdır. Üslubunu biliriz, tarzını biliriz, onun düşüncelerinde kendimize yer bulmaya çalışırız, benzerliklerimizi keşfetmek isteriz. Onu daha iyi tanımak, yaşadıklarını, hissettiklerini anlamak, yaşama yüklediği anlamları bilmek isteriz. Onun zihninin dolambaçlı yollarında onunla birlikte gezinmek arzusu yatar içimizde.


Paul Auster’ı ilk “Timbuktu” kitabıyla tanıdım, daha sonra “Brooklyn Çılgınlıkları”, peşinden “Yazı Odasında Yoluculuklar” ve en son “New York Üçlemesi” ile toplam 6 kitabını okumuş oldum. Yalnız bir hata yaptığımı, ilk olarak New York Üçlemesini okumuş olmam gerektiğini anladım. Bu kitap Paul Auster’la bir perdenin arkasından gizli de olsa tanışma fırsatı veren ve yaşamından önemli bilgiler sunan bir anahtar.

Yazarın biyografisine kısaca bir gözatmak gerekirse, 1947 yılında Amerika’da dünyaya gelir. Kendisinden 3,5 yaş küçük kız kardeşi büyüdüğünde ağır psikolojik sorunlar yaşar. Küçük yaşta şiirler yazan Auster, 1970 yılında Colombia üniversitesini bitirir. 4 yıl Pariste yaşar ve bu dönemde çeviriler yapar. Amerika’ya döndükten sonra evlenir.

Önemli ulusal yayınlarda edebiyat eleştirmenliği yapar. Daniel adında bir oğlu olur. Daha sonra eşinden boşanır, bir müddet sonra tekrar evlenir ve Sophie adında bir kızı olur. 1986-90 yılları arasında Princeton’da doçentlik yapar. 1990 yılında yayınladığı “The Music Of Chance” (Şansın Müziği) romanı ile, PEN/Faulkner ödülüne aday olarak gösterilir.
1995’te başrolünde Harvey Keitel’ın oynadığı “Smoke” filminin senaryosunu yazar ve ilk yönetmenlik denemesini de bu filmde Wayne Wang ile birlikte yapar. 1995 yılından sonra senarist ve yönetmen olarak bir çok filme imzasını atar. 2006 yılında Prince of Asturias ödülünün sahibi olur.

Paul Auster, Çağdaş Amerikan edebiyatının en özgün yazarı olarak birçok roman, şiir kitabı, biyografi kitapları, denemeler, film senaryoları yazmıştır.

New York Üçlemesi, üç ayrı gibi gözüken romanın biraraya toplandığı bir kitap. Her roman kendi içinde bir hikaye barındırsa da ve bir sonuca ulaşmış gibi gözükse de aslında birbirine açılan gizli tünellerden oluşmakta. Bunun yanında her hikayenin içinde başka hikayelerde yatmaktadır. Yazar her üç kitapta da okuyucuyu bir dedektiflik hikayesiyle sürüklerken, arayanın ve arananın zihinlerine sokuyor, onların düşüncelerinin en ufacık ayrınıtılarını gözler önüne seriyor.

Bir kişiye bağlı olarak yaşayan, onun zihninden geçeni anlamaya ve hatta o olmaya çalışarak zaman içinde tüm benliğini, değerlerini yitiren karakterlerin bir Auster klasiği olarak dibe vurup tekrardan var olma çabaları sonucu kayıp ve kazançlarının muhasebesine tanık oluyoruz.

Yazarın, okurla saklambaç oynar gibi ipuçlarını her kitaba saklayarak ve son kitapta bir ses vererek sobelenmeyi beklediği romanda, okur bazı soruları kendi yanıtlamak zorunda kalıyor. İşte bu noktada ben bazı anahtarların yazarın biyografisinde gizlendiğini düşünüyorum.

Paul Auster romanlarında kahramanlarını en ince ayrıntısına kadar anlatmasına rağmen bunu yalın ve sürükleyici bir dille yapar, birçok betimlemeyle karşı karşıya kalırız fakat bu bize yarattığı ortamın içinde kolayca yer açarken romanın gerçekliğinide arttırır.

New York Üçlemesinin ilk kitabı Cam Kent bizi bir noktaya getirip bıraktıktan sonra, ikinci kitap bizi Hayaletler birinciden alışık olduğumuz yönde ama biraz sisler içinde ilerletiyor. Fakat son kitap Kilitli Oda da sis kaybolup yazarın ayak izlerini takip etmeye başlayınca heyecan içinde koşturup buldum seni demek için bir solukta sona varıyoruz.

Buldum seni diyor muyuz, ya da kimi buluyoruz acaba?

Not: Bu yazım 15 Ocak 2010 tarihinde http://www.artimetre.com/ da yayınlanmıştır. Dikkate değer bir kitap olduğunu düşündüğüm için tekrardan yer vermek istedim.