29 Ekim 2010 Cuma

Mim - One Lovely Blog Award

Mimlenmek, düşünülmek çok güzel.
Blog tarihimde bu ikinci Mimlenişim:) Bu mimin çok da afillli bir adı var "One Lovely Blog Award "
Sevgili Kitapçı Kız beni seçtiği için ona çok teşekkür ediyorum ve ödülümü gururla havaya kaldırıyorum
Biliyorsunuz ki her ödülün kuralları var uygulanması gereken, işte şunlar,

Kural 1- Ödülü kabul etmek ve ödülü veren kişiyle bloğunuzda bağlantı kurmak.

Kural 2- Ödülü 15 blogcu arkadaş ile paylaşmak, genele bırakmamak.
Kural 3- Seçilen 15 blogcu arkadaş ile iletişim kurmak ve seçilmiş olduklarını bildirmek.

Şimdi sıra ödül dağıtımında, Harf sırasına göre:))

http://aslihayvani.blogspot.com/
http://ayca-mymood.blogspot.com/
http://birazsoylebirazboyle.blogspot.com/
http://kolayhayatlar.blogspot.com/
http://lalvebenbuyurken.blogspot.com/
http://leylakdali.blogspot.com/
http://markagunlugum.blogspot.com/
http://mugesandik.blogspot.com/
http://neoyle-neboyle.blogspot.com/
http://sedasolar.blogspot.com/
http://susuoykusu.blogspot.com/
http://syrakuza.blogspot.com/
http://yemekbahane.blogspot.com/

27 Ekim 2010 Çarşamba

İade-i Yazı

Blog camiasında yeni bir ekol başladı.
Mimlemeler, izleyici sayısında belli rakama ulaşınca ödüllü yarışmalar her blogcunun bildiği ve çoğunun uyguladığı birşeyken şimdi bir yenisi daha eklendi. Buna iade-i yazı diyeceğim.
Günlerden birgün yazılarını keyifle takip ettiğim Syrakuza, meslek blogger ilişkisi incelemesi yapacağım diye ortaya çıkınca, kendisini bile hayrette bırakacak kadar talep gördü.

İşini gücünü bıraktı, açtığı blog amacından saptı ama o yılmadan her  sabah düzenli bir şekilde analizlerini yayınlıyor, zannediyorum ki 6 ay daha sürecek bu çalışması. Gelin görün ki ben bitmesini hiç istemiyorum çünkü sayesinde birçok meslek hakkında aklımıza hayalimize gelmeyecek detaylar ve bilgiler öğreniyor her sabah güne kahahalarla başlıyoruz. Bir stand-up show'un metnini okuyoruz sanki.

Syrakuza analizlerini yapadururken, hakkında yazdığı blogercılar da iade-i yazı başlattılar sağolsunlar. İşte bu akım böyle başladı ve bu yazı da bu zincirin bir parçası.

Syrakuza iki blog ve bir erkek çocuk sahibi. Oğlunun dilinden hayatı bizi beterböcek adlın blogundan aktarırken kendi karmaşık ve mücadele dolu yaşamını Syrakuza adlı blogundan duyuruyor.

Kendisi bir bankada risk izleme yönetmeni. Yani işi çok zor çoooook.
Siz hiç böyle bir meslek duydunuz mu? Ben ne yaptığını tahmin etmeye çalışayım.

Şimdi, Syrakuza bir plazada çalışıyordur kesin, sabah işe varır varmaz enaz 4 tane olduğunu düşündüğüm asansörlerin başına gelip asansöre sıkış tepiş binen çalışanların taşınma risklerini inceleyip, önce patronların, sonra bayanların daha sonra kankaların çıkacağı bir disiplin sağlıyor. Bütün riskleri izleyip güvenliği sağladıktan sonra, yanında getirdiği simidi kimsenin görme ve isteme riskini almamak için tuvalete sığınıyor. Simidini bitirdikten sonra kahve makinasının önüne gelip arkadaşlarının ellerini yakmasınlar diye bardaklarını risksiz bir seviyeye kadar doldurmalarını izliyor.
Tüm bu tantana bitip mesai başlayınca bütün gün, öğretmenin sınav olan sınıfın etrafında dolaştığı gibi açık ofiste dolaşıyor ve patronun gelme riskine karşı bilgisayarda kağıt oynayan, msnde chat yapan personeli uyarıp kovulma risklerini ortadan kaldırıyor.
Akşam olunca tüm personeli doğru servislere yönlendirip yanlış güzergahlara gitme risklerini de yönettikten sonra, çok yorulmuş birşekilde koltuğuna oturup Bach ile sakinleşmeye çalışıyor.

Syrakuza işte böylesine yorucu ve sorumluluğu büyük bir iş yapmasının yanısıra bir sinefil de aynı zamanda. Yani hayatını film zannediyor! her yaptığı hareketi yönetmen söyledi sanıyor. Her gün hangi filmde oynayacağını düşünüp ona göre tavır takınıyor. Akşam olunca da maceralarını blogundan takip ediyoruz. Kendisine kolaylıklar diliyorum ve şimdi günün mesleğini öğrenmeye gidiyorum.

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sonu Nasıl Bitti?

Haftasonu bizim gibi filmsever sevgili arkadaşlarımızın evinde beraber film seyredelim dedik. Tek tek filmleri tararken biryandan da imdb notuna bakıyorduk. Hepimizin seyretmediği bir film bulmak zaten zorken bir de konusuyla uğraşmadan hoop başlatıverdik bir filmi. Puanının öğrendik ama 7 küsur birşeymiş.

Bir heves oturduk karşısına başladık izlemeye.

Filmin adı Taking Chance ve başrolde Kavin Bacon var. Hbo yapımı olduğunu görünce tamam dedik burdan kötü film çıkmaz.

Konudan bihaber anlamaya çalışıyoruz filmi.

Irak'tan cesetler bayrak kaplı tabutta uçakla Amerika'ya gelir. Kamera ağır ağır tabutların uçaktan inişini gösterir. Bu sırada askerler saygı duruşunda bir nizam beklemektedir.
Sonra Kevin Bacon'un evli ve iki çocuk babası bir subay olduğunu anlarız. Ordunun ceset sayım ve kayıt bölümünde çalışıyormuş.
Savaştan ülkesine gönderilen cesetler ailelerine teslim edilmektedir. Kevin'da kendi memleketlisi bir askerin tabutuna gönüllü refaket edecektir.

Filmin burasında, herhalde dedik bu bir yakını olsa gerek veya memlekete gitmek istemesinin başka bir sebebi var.
Gel gör ki askerin ailesi başka şehre taşınmış, adres değişti. Kevin'da istemeye istemeye kabul etti.

Sonra, cesetlerin ailelerine gönderilmeden önceki hazırlık aşamalarını izledik epey. Yıkandılar, kandan arındılar, yeni üniformalar askeri terzide dikildi, özel eşyaları özenle temizlendi ve Amerika'da bu sürecin acayip planlı ve düzenli işlediğini anlamış olduk.

Kevin ve benzeri refaketçiler tabutlarını sırasıyla teslim aldılar. Teslim alma töreni de ayrı bir saygı ve selam duruş seramonisi.
Neyse Kevin 'in havaalanına gidişi, x-ray'de ceketimi çıkarmam arızası çıkarışı, sonra uçağın bagaj bölümüne tabutun girişine gözlemci olarak gitmesi, bagaj yüklenirken selam duruşu derken Kevin uçağa bindi.

Meğer aktarmalı gidiyormuş, ilk durakta gece olmuştu. Tabutu depoya koydular, ama uçaktan inerken yine selam duruşuyla bekledi inişini, ve ona ayarlanan otele gitmeyip sabaha kadar tabutun başında bekledi.

Sabah oldu, aktarma uçağına bindi. Yine tabutun uçağa bindirilişini selam duruşla gözlemledi, uçağa bindi, yaptığı işi anlayan hostes, ve yanında oturan yolcu, gözyaşlarıyla ona duygularını bildirdiler.

1 saatten fazla süreyle film de ısrarla hiçbirşey olmazken, "biz ne seyrediyoruz acaba" diye bir hisse kapıldık ve hızlı bir müzakere sonucu ivedilikle filmi kapattık.

Uçmuş boyutta bir propaganda filmi olduğunu görmüş olduk. Bir ara Özgür "bu filmi Amerikan askerleri bile seyretmiyordur biz niye seyrediyoruz" diyince hepimiz koptuk gerçekten.

Amerika'nın Irak çıkartmasını ölmüş askerler üzerinden duygu sömürüsüyle haklı çıkarmaya çalışan korkunç yanlı bir film.(seyrettiğimiz kadarıyla).

Ben yine de sormak istiyorum sonuna kadar seyretme sabrını gösteren varsa, sonu nasıl bitti anlatabilir mi?
Niye gönüllü olmuş o askere, vardıklarında neler oldu (muhtemelen yarım saat papazın dualarını göstermiştir), hayır bu kadar seyrettik nereye bağladılar filmi merak ettim:)

23 Ekim 2010 Cumartesi

Haftasonu İçin Size Bir Önerim Var...

Ferhan Şensoy'un sıkı bir takipçisi ve hayranı olarak yeni oyunlarını dört gözle bekliyoruz. İşte bu seneki yeni oyunu "İşsizler Cennete Gider"
Biz daha izlemedik ama çok güzel olduğuna eminim.
Sizin de bilginiz olsun istedim, belki bu haftasonu yolunuz Beyoğlu'na düşer...
Gülmek her zaman garanti...


 Günümüzde rekor düzeye ulaşan işsizliğin kara mizah yoluyla anlatılarak, olayın büyüteç altına alınması...

Yüksek öğrenim görmüş bir çiftin uzun süre iş bulamayarak başlarına gelen olayların hiciv penceresinden anlatılması...
'İşimiz iş aramak' biçiminde yaşamayı sürdüren bir karı kocanın varoluş savaşımı üstüne tezelden bir çözüm dilekçisidir oyun.



22.10.2010 - Cuma / Saat :20:00
23.10.2010 - Cumartesi / Saat :20:00
24.10.2010 - Pazar / Saat :18:00

Adres: İstiklal Cad. No:62/90 // Beyoğlu - İSTANBUL
Telefon: (212) 2511865 - 2511866

Not: Ferhan Şensoy'un diğer oyunu "Ruhundan Trmavay Geçen Adam" yazım için buraya tıklayın lütfen.



22 Ekim 2010 Cuma

Andy Warhol'la Tanıştım

Son zamanlarda okuduğum kitaplarda karşıma hep çıkan Andy Warhol ile geçen gün şans eseri tanıştım. Nerde nasıl tanıştığımızı nasıl bir adam olduğunu birazdan anlatıcam.
Onunla tanışmadan önceki bilgim çok fazla değildi açıkçası.
Andy Warhol Pop art akımının en önemli sanatçısı. Ressamlığının yanısıra film yapımcısı, onlarca kısa film çekmiş.
Bir de "gelecekte herkes birgün 15 dakikalığına meşhur olacak" sözlerini söylemiş olan adam.
Şimdi bu bilgilerim biraz daha genişledi ve hemen notlarımı alıyorum buraya.

Pop Art Nedir?
1950'lilerin ortasında önce İngiltere'de sonra Amerika'da ortaya çıkan, soyut dışavurumculuğa karşı başlatılan bir akım haline gelen sanat türü bu.
Popart, tüketim toplumunda günlük yaşamın imgelerini kendine malzeme seçiyor. İroniyi kullanarak, ulaşılamazı değersiz şekilde gösterebilirken, kolay elde edilebilen ürünleri sanatsal bir ifade içinde sunuyor. Seri üretimin ve seri üretim nesnelerini kullanıyor. 60'lı yılların yaşam tarzında önem kazanan, Cola, hazır çorbalar, sigara, sinema oyuncuları, ana malzemeleri.
Warhol, en ünlü yapıtı Marilyn Diptikonu ile şöhret kültünü ve bir bireyin kend, imgesiyle nasıl sömürülebileceğini, ya da onun arkasında nasıl kaybolacağını araştırıyor. 

Pop sanatının ilk örneği İngiliz Richard Hamilton'un "Günümüz Evlerini Bu Denli Farklı, Çekici Kılan Tam Olarak Nedir?" adlı kolajıdır.
Bu kolajdaki malzemeler, Amerikan dergilerinden alınmış ve bir reklam öğesi olarak modern bir evin salonu resmedilmiş.

Andy Warhol Hakkında
(1928- 1987)
Warhol'un el atmadığı bir sanat dalı yok neredeyse. O bir ressam, avantgarde film yapımcısı, albüm yapımcısı, (Velvet Underground'u keşfetmiş ve yönetmiş), yazar, heykeltraş, fotoğrafçı, bunun yanısıra ünlü sosyal grupların üyesi (Bohem sokak insanları, seçkin entelektüeller, Hollywood ünlüleri, ve zengin patronlar)

Kendisi birçok retrospektif sergi, kitap ve belgesel filme konu olmuş.

En çok para getiren eseri  100 Milyon dolar ile "Eight Elvis"  -ki bu miktarı elde edebilen sanatçılar çok az (Gustav Klimt, Jackson Pollack, Pablo Picasso ve Willem de Kooning)

Andy Warhol 60'lı yıllarda ikonik Amerikan ürünleri ile ünlüleri resmeder. "Factory" adını verdiği bir stüdyo kurar ve etrafına çeşitli sanatçı ve ünlüleri toplar. Warhol çizimlerinde kullandığı Coca Cola ile ilgili şunları söylemiştir.

"Bu ülkenin başlattığı en güzel gelenek zenginin ve fakirin aynı şeyi tüketmesi. Televizyon izleyip Coca Cola görebilirsin ve bilirsinki Başkan'da Liz Taylor'da bunu içiyor. Kola koladır, ve hiçbir mikatrda para ile daha iyi bir kola alamazsın. Bütün kolalar aynıdır ve güzeldir, bunu Başkan'da bilir Liz Taylor'da bilir, dilencide bilir, sen de bilirsin."

1963-68 yılları arasında 60'ın üzerinde kısa film çekmiştir. Bunun yanısıra 500'ün üzerinde siyah-beyaz Factory ziyaretçilerinin kısa deneme çekimlerini yapmıştır.
En meşhur filmlerinden biri "Sleep" tir. Bu film John Giorno'nun uyurken 6 saat kaydıdır.
Bir diğeri ise "Empire" dır. Bu filmde sekiz saat boyunca Empire State Binasına girişleri çekmiştir.
"Eat" filminde ise bir adamın bir mantarı 45 dakika boyunca yerken izleriz.

En popüler ve iyi eleştiri alan filmi ise "Chelsea Girls" dür. Çok ilginçtir ki (umarım bulup izliycem) iki ayrı hikaye eş zamanlı gösterilmekte ve zaman zaman bir bölümün sesi azaltılıp diğeri yükselmektedir.

Andy Warhol filmlerinde pornografik görüntülere yer vermekten kaçınmaz, eşcinsellik, sex, ve sapkın ilişkiler kısa filmlerinin konusu olabilir.

Andy Warhol'u anlatmak yerine söylediği ünlü sözlerine yer vermek onun mantığın anlamaya daha yardımcı olur diye düşünüyorum.

Andy Warhol: Bence herkes, herkesten hoşlanmalı (sevmeli)
Gene Swenson: Bu Pop ArtIn anlamı mı?
Andy Warhol: Evet, bu birşeylerden hoşlanmak.

The Philosophy of Andy Warhol (1975) kitabından,

- Tokyo'daki en güzel şey McDonald's. Stockholm'deki en güzel şey McDonald's. Floransa'daki en güzel şey McDonald's. Pekin ve Moskova'da henüz güzel bir şey yok.
- Doğmak kaçırılmak demek, ve sonra köle olarak satılmak. İnsanlar her dakika çalışıyor. Makina hem devam ediyor, sen uyuduğunda bile.
- Her zaman derler ki zaman birşeyleri değiştirir, ama aslında senin onları kendin değiştirmen gerekir.
-
BBC röportajı (1981)

Edward Smith: Kendi resminizi birsürü duvarda görmek ister misiniz?
Andy Warhol: Oh, hayır, onları tuvaletlerde görmeyi seviyorum.

Edward Smith: Bir tane yapmak yerine neden 30-40 resim yapmak hoşunuza gidiyor.
Andy Warhol: Çünkü o zaman opera veya başka şeyler dinliyebiliyorum.
Edward Smith: O zaman resim yaparken düşünmek zorunda kalmadığınızı mı gösteriyor bu?
Andy Warhol: Hayır, gerçekten iyi müzik dinleyebiliyorsunuz. .
Edward Smith: Yani, resim yapmak iyi müzik dinlemek için bir bahane mi?
Andy Warhol: Oh, evet.

Edward Smith: İyi bir insanın karakteri nasıl olmalı? Belli ki bazı insanları diğerlerine göre daha çok yapıyorsunuz.
Andy Warhol: Hımmmm, eğer çok konuşuyorlarsa
Edward Smith: Nasıl, yani sizi konuşturmuyorsa mı?
Andy Warhol: Evet, evet, işte bu iyi bir insan demektir.

Şimdi bu yazıyı yazmam vesile olan ve bukadar araştırmayı kısa da olsa buraya aktarmama neden olan tanışmaya geliyim.
Bir film geçti elime.
Meğer film Andy Warhol'un Factory döneminden bir kesit içeriyormuş.

Filmin adı: Factory Girl Edie
Yönetmen: George Hickenlooper
Oyuncular: Sienna Miller, Guy Pierce
Yıl: 2006

Çok köklü bir zenginliğe sahip bir ailenin kızı Edie Sedgwick, okulu bitirdikten New York'a taşınır ve Andy Warhol ile tanışır. Factory ortamına girerek Warhol Superstar'ı olur. Sapık babası yüzünden problemli bir çocukluk geçiren Edie, Factory'de kendini ifade edebildiğini düşünmektedir. İçki, sigara, uyuşturucu, gece hayatı genç yaşında yakaladığı şöhret ve umarsızca harcadığı paralar sonrasında büyü bir düşüş yaşar.
Film Edie'nin Warhol'la ünlenmesini hatta bi dönem Bob Dylan'la birlikteliğini ve dibe vuruşunu biyografi niteliğinde anlatıyor.
Filmde Warhol'un genç insanları fabrika'da bir ikon haline getirip onları nasıl sömürüp tükettiğine şahit oluyoruz. Edie pekçok filmde rolalmasına rağmen Andy'den hiç para almamış, ona karşı tüm hayranlığına karşın zor günlerinde yanında onu hiç bulamamıştır. Warhol filmde insanları çıkarkarı doğrultusunda kullanan ve işleri bitince yerine yenisini kolaylıkla bulup koyabilen, hasta ruhlu, bencil, kendine güveni az bir insan olarak tasvir edilmekte.

İşte benim tanıştığım Andy Warhol böyle. Bu film elbette Edie Sedgwick'in yakınları ve ailesi tarafından yönlendirilmiş olup yanlı bir yapım olabilir, belki de gerçekler budur. Şimdilik bilemiyorum.
Andy Warho'la ilgili birkaç tane belgesel film yapılmış. İzlenebilir. Ayrıca The Doors filminde de bazı sahnelerde geçiyormuş (evde bekliyor sırada).

18 Ekim 2010 Pazartesi

Taxi Driver

Söylenecek ne çok şey bulunur bu film ile ilgili. Arşivlerde mutlaka bulunması gerektiğine inanıyorum.

Yönetmen: Martin Scorsese
Yıl: 1976
Oyuncular: Robert De Niro, Jodie Foster, Cybill Shepherd


Travis, yalnız yaşayan, depresif ve uykusuzluk problemi yaşayan eski bir donanma askeridir. Uyuyamadığı için gece taksiciliği yapmkatadır, bölge ayırmaksızın en berbat semtlerde bile iş yapar. Başkanlık seçimleri bürosunda görüp beğendiği Betsy ile kısa süreli talihsiz bir arkadaşlığı olur. Kenar mahallelerde denk geldiği 12 yaşındaki fahişe ise aklından çıkmaz. Travis bomboş yaşamını kendince anlamlandırmak ister ve öfkesi onun planlarının lideri olur.

İşte bildiğiniz hikayesi bu. Seyretmeyen varsa diye ser veriyorum sadece:)

Gelelim Kısa Notlara,

Müzikler:
- Film boyunca sık sık çalan bir fon müziği var, özellikle Travis'in taksiyle New York'un tekinsiz mahallelerinde futursuzca dolaştığı ve yalnızlığının ön plana çok iyi çıktığı tema müziği. Sanırım Bernard Herrman tarafından yapılmış. Bu müzik seyirciye soyutlanmışlık hissini çok iyi geçiriyor.
Travis'in kimseye güvenmeyen, ailesiyle bile iletişiminde mesafeli, kendi korunaklı hayatı, cinayet, fuhuş, uyuşturucu ve çetelerin dolu olduğu sokaklardan taksisiyle kayıtsızca geçmesiyle tasvir ediliyor ve bu müzik ile bu anlatım mükemmel tamamlanmış.

Görseller:
- Ben çekim teknikleri hakkında pek yorum yapamam elbette ama bazı sahnelerdeki çekimler gözüme hoş gözüktü bahsetmeden geçmiyim. En vurucu görsele sahip sahne, Betsy'nin arka koltuktaki görünütüsünün ışık hüzmeleriyle çevrelenmiş dikiz aynasıyla gösterimiydi. Cybill Shepherd'in kusursuz buğulu güzelliği şehrin alacakaranlığında çok hoş görünüyordu.

Senaryo:
- Bu bir dönüşüm hikayesi. Sıradan gözüken bir insanın yalnızlığına aradığı çözümler yetersiz kalınca kendi kaderine bir başkaldırı niteliğinde varlığını anlamlandırmak, farkedilmek ve birey olduğunu herkese duyurma çabası. Bunu kendince iyiye hizmet olarak adlandırıp öfkesini o yöne kanalize eder.

- Filmin sonu çoğu izleyici ve eleştirmen için kesinlik içermemekte. İzleyicinin düşünce ve algı biçimine bıraklıan son aslında Martin Scorsese için belli bir kesinliğe sahip. Yönetmen bir röportajında Travis'in gelecekteki davranış modelinden bahsediyor. Ama yinede izleyici ister istemez sonunun kesinliğinden emin olamıyor.

- Filmin, talihsiz bir olaya sebep olduğu için kötü bir şöhreti var. Filmi defalarca seyreden ve özellikle Jodie Foster'ın hayranlarından John Hinckly, onu etkilemek adına Ronald Reagan'a suikast girişiminde bulunuyor.

Söyleyecek daha çok şey bulunur belki, sizin de vardır mutlaka yok mu:))






14 Ekim 2010 Perşembe

Paylaşmadan duramadım:))

Dün Kim ki-duk'un bir filmini daha izledim. Spring, Summer, Fall, Winter and Spring"
Tek kelimeyle şiir gibi şiir.

Yo yo filmi şimdi anlatmıycam,
Ajanda'nın Kasım sayısında Kim ki duk için bir yazı hazırlamayı düşünüyorum.

Ama paylaşmadan da duramadım. Çok beğendim filmi çook:))

Daha önce Boş Ev'i (Adress Unknown) seyretmiştim.
Çok sessiz, çok dokunaklı, şaşırtıcı.

Birde Zaman (Time) var elimde. Altyazı problemini çözünce izliycem.

Peki ya sonra? Sıraya hangi filmini koymalıyım?

Bir Zamanların Sansasyonel Yazarı "SAGAN"

"Çok güçlü görünen, başarılı fakat yalnız bir kadın'ın hikayesi"
Yönetmen: Diane Kurys
Yıl: 2008
Oyuncular: Sylvie Testud, Pierre Palmade

"Günaydın (Merhaba) Hüzün" adlı kitabı duydunuz mu? veya filmi?

İşte bu kitabın ünlü yazarı Françoise Sagan'ın hayatı, filmin konusu.

Sagan (takma bir soyad bu) ilk kitabı olan "Bonjour Tristesse"yi 50'li yıllarda 18 yaşındayken yazıyor. Bir anda bestseller seviyesine ulaşıyor. Kitaplarının peşi gelince dünyaca ünlü bir yazar haline geliyor.
Çok paralar kazanıyor haliyle. Ama Sagan paraya önem veren biri değil hatta kumar zevki yüzünden çok paralar kaybediyor. Günü gününe yaşıyor. Hayatı boyunca parasızlık onun için hep sorun oluyor.

Bir gece bütün parasını kumarda kaybetmişken, son kalan fişlerini sürekli 8 rakamına oynayarak, rulette milyonlar kazanıyor ve aldığı bahçeli ev ölene onun ayrılmaz bir parçası oluyor.

Ruhu sürekli mücadele içinde. Sert bir mizacı, erkeksi bir tarzı var. Fakat ışığı okadar aydınlık ki, ona tutkuyla bağlı erkekler hep birarada onun yanında yaşıyorlar. Hayatının bir döneminde lezbiyen ilişkileri de oluyor.  İki kez evleniyor, bir çocuğu oluyor. Bu kalabalık yaşamında hep yalnızlık hissediyor.
Yaptığı trafik kazası sonucu hayati tehlikeyi atlatıyor ama sürekli aldığı morfin yüzünden daha sonra kokainman oluyor.
Hayatı boyunca hep aşkı arasa da yaşadığı birçok sansasyonel beaberliklere rağmen ona yalnızlıktan başka birşey kalmıyor geriye.

Kısa Notlar
- Sagan enerjik bir kadın. Sürekli yazıyor, romanlar, piyesler.. Gece hayatı, kumar, hayatındaki erkekler, kadınlar, imza günleri, yurtdışı seyehatleri. Tüm bunları filmde ani geçişlerle izliyoruz. Gözünüzü açıp seyretmenizde yarar var, sonra kim kimdi karıştırmayın.

- Sagan'ın hep bir iç sıkıntısı ve huzursuzluğu olduğunu, tam olarak mutlu olmadığını görüyoruz. Film bunu çok güzel yansıtmış.

- Başrol oyuncusu Sylvie Testud, Sagan'a okadar benziyor ki. Gençliğinden yaşlılığına kadar gayet inandırıcıkla hep o canlandırıyor.

- Filmin geçtiği yıllardaki siyasi gelişmeler ve Sagan'ın yaklaşımını az da olsa görebiliyoruz.

- Filmden sonra Sagan'ın meşhur kitabı "Günaydın Hüzün"ü veya bir başka kitabını okuma isteği doğuyor insanda. Böyle yakından tanıyınca yazdıklarını merak edebilirsiniz benim gibi. O zaman müracaat sahaflar olacak, çünkü kitapçılarda baskısı tükenmiş. Bilginize...

Rüzgarı Yakalayın ya da Rüzgar Olun...

Rüzgar

Şimdi bir rüzgar geçti buradan
Koştum ama yetişemedim,
Nerelerde gezmiş tozmuş
Öğrenemedim.
Besbelli denizden çıkıp
Kıyılar boyunca gitmiştir,
Tuz kokusu, katran kokusu, ter kokusu
Yüreğini allak bullak etmiştir.

Sonra başlamış tırmanmaya dağlara doğru
Bulutları koyun gibi gütmüştür,
Okşayıp otları yaylalarda
Büyütmüştür.

Köylere de uğradıysa eğer
Islak, karanlık odalarda beşik sallanmıştır,
Güneş altında çalışanlara
İmdat eylemiştir.

Sonra başlayıp alçalmaya ovalara doğru,
Haşhaş tarlalarında eflatun, pembe, beyaz,
Kıraçlarda mavi dikenler..
Toz toprak gözlerine gitmiştir.

Şehirlere uğramış ki yanımdan geçti,
Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür,
Bir gülüş, bir tel saç, allık pudra
Alıp gitmiştir.

Şimdi bir rüzgar geçti buradan
Koştum ama yetişemedim,

Soraydım söylerdi herhalde
Soramadım.

Cahit Külebi

11 Ekim 2010 Pazartesi

Jim Jarmusch Filmleri 2 - Coffee and Cigarettes

Eveet, Jim Jarmusch'un filmlerini izlemeye ve not almaya devam ediyorum.
Bugün çok orjinal bir oluşumdan bahsedeceğim.
Coffee and Cigarettes bir kısa filmler zincirlemesi. 11 tane skeç tarzı çekimden oluşuyor.

Herbiri farklı bir kafede geçiyor, iki kişinin masada kahve ve sigara eşliğindeki diyaloglarını izliyoruz.
Herbiri birbirinden absurd, rahatsız edici, eğlendirici ve ikili ilişkileri acımasızca ortaya seren diyaloglar bunlar.

Tüm kahve masaları siyah-beyaz damalı -ki bir kahve masası için ideal bir dizayn bence.
Bu aynı zamanda bir satranç tahtasını anımsatmakta ki filmin özünde, diyaloglar bir satranç hamlesi gibi gelişiyor. (Bu gözlemi eşim yaptı, kendime mal etmiyim ama süper bir tespit :))

Her kısa filmde bir masaya gizli misafir oluyoruz, farklı farklı durumlara şahit oluyoruz, saflık, samimiyetsizlik, korku, tedirginlik, güvensizlik, kıskançlık, kibir, dostluk, kibarlık...

Kahve molalarını böyle büyüteç altına almak ve içine bir doz mizah şırıngalayarak sunmak ne hoş bir fikir.

Bu filmin çıkış hikayesi ise şöyle. 1986 yılında Saturday Night Live'a katılacak olan Jim Jarmusch'a show'da göstermek üzere kısa bir film çekmesini rica etmişler. Roberto Benigni ile Steven Wright'ın oynadığı ilk skeçi çekmişler. Sonra Mystery Train'in çekimleri sırasında benzer bir film daha çekmiş Jarmusch. Benzer şeyler çektiğini ve bunun çok eğlenceli olduğunu farkedip peşini getirmiş.

Bu filmin türünü kendisi bile belirleyemiyor yönetmen. Ama ortaya harika bir kompozisyon çıkmış. Jim Jarmusch'un aksine defalarca izlenip keyif alınır ayrıca detayları bulmanın zevki yaşanır. (Çünkü kendisi çektiği filmleri birdaha seyretmezmiş. (Jarmusch işte ne diyelim:))
İlk seyredişte bile eğer iyi bir izleyiciyseniz bazı diyalogların başka skeçlerde ortaya çıktığını farkeder ve belki Lee Marvin'in fotoğrafını bile görürsünüz.

Not: Kahramanların çoğunun skeçte kahve ve sigaranın sağlığa zararından bahsetmesi çok ironikti.
Film herkesin bir kahve içiş sitili ve zevki olduğunu ve buna bağılığını nasıl ortaya koyduğunu ayrıca kahve molasının hayatımızın vazgeçilmez bir rutini olduğunu hatırlatıyor.
Oyuncu kadrosunu sorarsanız eğer elbette Jarmusch'un belirli kadrosu ve diğer sağlam ekip şöyle:

Roberto Benigni, Steven Wright, Joie Lee, Cinqué Lee, Steve Buscemi, Iggy Pop, Tom Waits, Joseph Rigano, Vinny Vella, Vinny Vella Jr., Renée French, E.J. Rodriguez, Alex Descas, Isaach De Bankolé,
Cate Blanchett, Mike Hogan, Jack White, Meg White, Alfred Molina, Steve Coogan, Katy Hansz, GZA,
RZA, Bill Murray, William Rice, Taylor Mead 




9 Ekim 2010 Cumartesi

Simidiniz bol olsun:) İyi Haftasonları...


Basit yaşayacaksın basit,
Mesela, susayınca, su içecek kadar basit.

Dört çıkacak, ikiyle ikiyi çarptığında.
Tek düğmesi olacak elindeki cihazın,
Tek bir düğme, tek bir cümle gibi.

Sevince, lafı dolandırmadan söyleyeceksin,
Seni seviyorum gibi..

Basit bir öpücük yetecek sana,
Basit, sıcak bir öpücük ve o öpücükle dolacak tüm günlerin.
O öpücük için yapacaksın, hayatının kavgasını,
O öpücük için yiyeceksin hayatının dayağını.

Kabak çekirdeği verecek sana, rakamların veremediği mutluluğu.
El yazısıyla yazılmış, eğri büğrü bir mektup olacak.
En değerli kağıdın, hep yanında taşıdığın,atmaya kıyamadığın.

İki harekette giyiniverecek, iki harekette soyunuvereceksin.
Kısacık olacak,uyanman ve sokağa çıkman arasındaki süre...
Kısacık olacak sıcacık kollara dolanman,
Kendin bile, anlayabileceksin yazdıklarını,
Bakışların bile anlatabilecek kendini.

Beklentilerin de basit olacak,
Kaf dağının, önünde bekleyecek mutluluklar,
Bir ıslıkta bulabileceksin,en uzun dostluk romanını,
Ya da, bir damla gözyaşı yaşatacak sana, hayatının en ucuz romanını.
Pankreasının sağlığına dua edeceksin, kapatırken gözlerini.

Bir kaşarlı tost olacak aradığın,
Nasıl oturacağını, bilemediğin sofrada,
Parmakların en kıymetli çatalın.
Yine aynı parmaklar çözecek, en karmaşık denklemleri,

Bir filarmoni orkestrası veremeyecek sana kontrplak bir gitarda,
Doğru basılmış bir fa diyezin mutluluğunu,
Parfümün temizlik kokacak,
Bilmiyorum diyeceksin, bilmediğinde ve çok normal olacak bilemediğin...
Saatin sadece saati gösterecek,
Telefonunu sadece telefon etmek için kullanacaksın,
Küçük bir not defteri olacak bilgini en hızlı sayan.
Basit yaşayacaksın basit
Sanki bir gün yaşamın sona erecekmiş gibi basit,
Çay, Simit ve Peynirle.....

Yalçın Ergir

8 Ekim 2010 Cuma

Üçlemeler ve ben

Sinemada, edebiyatta, müzikte, yani sanatın her dalında üçleme diye bir kavram var. Üçün büyüsü ne bilmiyorum, gerçi bakınca dörtleme, beşleme de varmış, Harry Potter yedileme mesela:)

Üçlemelerle benim aram nasıl diye düşündüm kendi kendime. Bu konu da şuradan takıldı aklıma. Kiezlowski'nin Üç Renk Üçlemesi'nden Kırmızı'yı izledim, bir türlü yazamıyorum beyaz ile maviyi seyretmedim hala diye. Üçünü bir değerlendirmek, üçünün birbirine attığı kancaları, aralarındaki flörtü görmek istiyorum. Ama galiba bekleyemeyip yakında Kırmızı'dan bahsedebilirm, değer çünkü.

İşte burdan yola çıkarak düşündüm başka yarım bıraktığım üçlemeler var mı, ve ya tamamlayarak kendimle guru duyacaklarım hangileri diye.

Kitaplardan başlıyım:
- Paul Auster'in New York Üçlemesi - Yupi! bitirdim, bayıldım, harikaydı, Paul Auster'ın yeri ayrı zaten benim için.
- Suzanne Colins Açlık Oyunları Üçlemesi - Sınıfta kaldım. Biriniciyi büyük bir süratle okudum, şimdi filmini bekliyorum:) Aslında çok sürükleyiciydi ama bu kadar macera ve kasvet gerer beni.

Filmlere gelince,
- Yüzüklerin Efendisi (YüzükKardeşliği, İki Kule, Kralın Dönüşü) -  Tolkien'in dünyası bu kadar mı güzel görselleştirilir, kaçkere seyrettim bilmiyorum. Replikleri ezberledim nerdeyse:) Hobit köyü, Miğferdibi, Gondor, Mordor amanın amanın...

- Matrix - What is Matrix? 10 yıl önce vizyona girdiğinde izleyip hiçbirşey anlamamıştım. what is Matrix? diye diye bir iki kez daha seyrettim, çekimler harika, aksiyon almış başını gidiyor, bir felsefi altyapısı var, üzerine kitaplar yazılıyor çiziliyor. Sonra ikinicisi geldi hemen sonra da üçüncüsü. Ben büyüdükçe seyretmeye devam ediyorum, film ise her seferinde başka anlamlar kazanmaya devam ediyor.

- Karayip Korsanları - Birinicisini hevesle izlemiştim, beğenmiştim de, Johny Depp'in tripleri çok şekerdi. İkincisinde çok sıkıldım, üçüncüsünde uyudum.

- Geleceğe Dönüş - Küçüktük ozaman, zaman yolculuğu, aksiyon, mizah falan bende bıraktığı imaj iyi

- Yusuf Üçlemesi - Kekim yarım kaldı. Yumurtayı çırptım, sütü ekledim, bal gelmedi hala bakkala. Dvd ci benden bıktı, Bal gelmez oldu. Bu kadar ısrarla istememden anlaşıldığı üzere etkiledi beni.

-  Oceans Üçlemesi - Eleven- Twelve- Thirteen derken soygun ustası olduk çıktık. Eleven'ın heyecanı diğer bölümlerde sürmedi.

- Üç Renk (Krzysztof Kieślowski) Tersten başladım. Kırmızı (yani kardeşliğin simgesi), sinema dersi yapılacak bir film, Beyaz ve Mavi var sırada.

- Kırmızı Perde Üçlemesi - Bu üçlemeyi bilmiyordum, araştırırken gördüm ve meğerse üç numarayı seyretmişim. Moulin Rouge. Diğerleri ise Romeo ve Julliet ile Strictly Ballroom

Bir de dörtlemeler ve hatta uçsuz bucaklamlar var. Resident Evil, Die Hard, Rocky'ler, Terminatör'ler, Scream'ler, film tuttumu devamı çekilenler.

Şimdilik aklıma gelenler bunlar.. Sonuçta orta halli sadıklıkta üçleme seyircisi olduğumu görmüş oldum.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Blogger Dayanışması

Pek bir keyifle ve heyecanlı hazırlıklarla Ajanda dergisini 5 aydır çıkarıyoruz. Bu dergi sayesinde kendimizde birçok bilgi öğrenip araştırmalar yapmanın zevkini yaşıyoruz. Bir yandan da yeni insanlara ulaşıp birçok arkadaş ediniyoruz.

Siz de dergiyi keyifle okuyor ve paylaştığımız bilgileri işinize yarar buluyorsanız, blogunuzda yer vererek bize destek olmaya ne dersiniz?

Örneğin, yandaki kapak resmini sayfanıza ekleyerek http://www.ajandadergi.blogspot.com/ linkini verebilirsiniz.

Ben sadece bir sorayım dedim:)))

Teneke - Yaşar Kemal

Zaman yolculuğu yaptım, 50 li yıllarda Çukurova'ya gittim.
Önce Resul Efendi'yle tanıştım. Kaymakam vekili olmuş tam da emekliliğine 1,5 yıl kala. Hem de pirinç ekme döneminde. Şimdi tüm çeltikçiler, ekim için ruhsat istiyorlar. Resul efendi  bu izni verirse ne olacağını biliyor da o yüzden direniyor, he deyip geçiyor. Bir yandan da çok korkuyor; izni vermediği için başına kötü birşey geleceğini biliyor. Yeni kaymakam biran önce gelse diyor içinden.

Pirinç yetiştirmek pamuktan çok farklı. Çok su istiyor, bataklık seviyor. Bataklık sinek demek, sinek ise sıtma. Her yıl sıtmadan onlarca insan ve çocuk ölüyor. Çeltikçilerin umrunda değil. Pirinç bire seksen veriyor, sanki bir maden, mili kurtuluş diyorlar.

Birgün yeni kaymakakam geldi kasabaya. Genç daha 24 yaşında, heyecanlı, hevesli, kasabayı kalkındıracak, sıtmaya son verecek.

Çeltikçiler, onu öyle birkarşıladılar ki, kendini ünlü Türk büyüğü sandı zavallı, bu sarhoşlukla imzalayıverdi birkaç ruhsatı. 

Resul efendi olacakları biliyor, delikanlıyı uyarmak istiyor ama korkuyor, ona kanunu göstermek istiyor, ruhsat için gereken kuralların yerine getirilimediğini söylemek istiyor.
Ama çeltikçiler bilir onun söylediğini, ya ona zarar veirlerse.

Çeltikçi Okçuoğlu ruhsatı alır almaz bastı suyu gece gündüz. Ruhsata göre arazisinin ortasında kalan köy çamura bulandı. Bütü köylü bir gecede sular altında kaldı.
Bu gidişle evleri yıkılacak, sinekler basacak bütün kasabayı, sıtma başlayacak yine.

Resul efendi dayanamadı verdi kanunu genç kaymakama.
Kaymakam ne mi yaptı. Zorlu bir mücadele başlattı.

İşte bu zorlu, üzücü ve elden birşey gelmez mücadeleden geliyorum.

Yaşar Kemal kendi doğduğu büyüdüğü yerler hakkında yazdığı bu uzun hikayesinde çok akıcı ve sade bir dil kullanarak hem ülkemizin bir dönemki gerçeklerini gösteriyor hem de din dil ırk ayrımı yapamadan insanların biribirine kenetlenmesinin nasıl olacağını kanıtlıyor.

Devamını merak ediyorsanız mutlaka okuyun, bencilliğin insanın en acımasız yanın olduğunu birkez daha görürsünüz.

Not: Cerencim bu kitap tanışmamızın bir anısı olarak benim için çok önemli, 1963 basım olmasıyla ise çok özel bir yer edinecek kitaplıkta. Çok teşekkür ederim. Çok keyifle okudum.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Kitab-ül Hiyel - İhsan Oktay Anar

Kuledibindeki Tamburlu kıraathane erkanı arasında Sultan Abdülhamid Han devrinde henüz hayatta olan Çeşm-i Ela Süleyman Dede Efendi’nin rivayet ettiğine göre, Kabakçı Vakası sırasında kapısını penceresini sıkı sıkıya kapatan Yafes Çelebi, bir mum ışığı altında kendisini istida yazmaya vermişti. Yeniçeri taifesinin Sultan Selim’e başkaldırdığını işitince istidasını yeniden kaleme aldı. Fakat Lodosçu Feridun Efendi’nin adı bilinmeyen bir zattan naklettiğine göre, o istidadan ziyade bir nutuk hazırlamaktaydı ki bu iş için bir belagat kitabını baştan sona hatmetmişti. Kolayca tahmin edilebilceği gibi bu defaki amacı, padişahın bizzat kendisiyle konuşmak ve onu hiyel ilminin yararları konusunda ikna etmekti.’


İçinizden bu kitabı nasıl okurum, ne kadar çok eski kelime var diyebilirsiniz.
İhsan Oktay Anar’ın kitaplarını daha önce okumuş olanlar bilir, Osmanlıca-Farsça- Türkçe karışık bir dil kullanıp günümüzde pek kullanılmayan kelimelerle okuyucuyu karşı karşıya bırakarak başlarda biraz zorlar gibi gözüksede bir iki sayfa sonra bu yeni dile hakim olmak ve bundan bir haz almak sizi şaşırtabilir.

Romanın anlatımına adından başlamalı bence. Kitab-ül Hiyel ne demek ve bize nasıl bir hikaye sunacak.

Hiyel iki anlamlı bir sözcük olup Frenkçede mekanik, Arapçada ise hile, aldatmaca anlamına gelmektedir. İşte bu ikisinin birleşiminden çeşitli hilelerle ilimin birleşmesinden oluşan ve kudret sahibi olmaya yönelik mekanik icatlar kitabı olarak çevirmek istiyorum.

Romanda, kahramanların başına gelen traji- komik hikayeler anlatımının yanısıra, 20.yy Osmanlı’sındaki siyasi gelişmeler ve önemli olaylar kitabın kurgusu içinde yer alırken, felsefi alt metinlerle donatılmış birçok hikayeden bahsedilmekte ve bütün bunların yanında semavi dinlere de göndermeler yapılmaktadır.

Roman, 3. Selimin padişahlık dönemiyle 2. Meşrutiyetin ilanı arasındaki yaklaşık bir asırlık zaman dilimi içinde İstanbul’da geçmekte ve peşpeşe üç ayrı hiyelkarın eğlenceli hikayesini anlatmaktadır.

İlk hiyelkar Yafes Çelebi, çocukluğunda kılıç ustalarının yanında çalışmış fakat mühendisliğe olan merakı ve kıvrak zekasıyla mekanik, matematik, kimyasal patlayıcılar gibi birçok şeyi öğrenip padişahın ordusunda kullanılmak üzere denizaltında gidebilen ve düşman gemilerine gizliden saldırabilen savaş araçları ve savaş makinaları üzerine icatlar yapmış ve yaşamını padişahtan onay alıp bunları hayata geçirmeye adamıştır.

Kitapta, debbabe, zülkarneyn, kallab ve tahtelbahir isimli bu karmaşık yapılı savaş araçlarının tasarımları ve işleyiş prensipleri, çizimlerle ve yalın bir mühendislik diliyle anlatılmaktadır. Bunların yanısıra bu hiyelkarın, icatlarına gereken parayı bulmak için iktidar ve zenginlik hayalleriyle kandırdığı zavallı Zencefil Çelebi’nin, kocakarıların hamamdan getirdiği bilgilerle görmeden aşık olduğu kızın başlık parası için Şam’da yıllarca biriktirdiği altınları harcaması, saraydan gereken izinler için yaşanan bürokrasi kaosu ve rüşvetler, hırsız saksağanların ganimetleri, cinli şişeler ve yaptığı küçük el bombalarıyla düşmanlarını havaya uçuruşlarını konu alan eğlenceli hikayeler yer almakta.

İkinci hiyelkar, Yafes Çelebinin parayla satın aldığı kölesi Calud ise sahibinden öğrendiği hiyel ilmiyle devr-i daim makinasını yaratıp sonsuz gücün iktidarıyla dünyaya yeni bir düzen getirme çabaları içindedir. Fiziksel ve cinsel gücüyle övünen ve başına ne geldiyse kibiri ve açgözlülüğünden gelen iri cüsseli vahşi ruhlu Caludun traji-komik hikayesinde ise hiç büyümeyen hep çocuk kalan ve demiri kolaylıkla eğebilen Davud ile dinsel göndermeler yapılmaktadır.

İki hiyelkarında ortak amacı olan tabiatın kuvvetlerine hükmetme tutkusu son olarak, Calud’un çocukken yetimhaneden aldığı Üzeyir’in hikayesinde anlatılmaktadır. Calud tarafından beyni yıkanarak onun düşünce ve icatlarını gerçekleştirme çelişkisi içindeki Üzeyir’in hiyelkarlıktan hayalkarlığa geçiş süreciyle roman sona ulaşmaktadır.

Keyifle okunacak bu kitap, sizi zaman zaman güldürecek, pekçok noktada düşündürecek, tarihi olayları hatırlatacak, mekanik bilgisi kazandıracak ve hikayede gizlenmiş çeşitli göndermeleri bulmanın zevkini yaşatacak.

Bu kitabı okuyup beğenenlere İhsan Oktay Anar’ın ilk kitabı Puslu Kıtalar Atlası’nı da mutlaka öneririm.

Not: Bu yazım http://www.artimetre.com/ 'da 20 Ocak 2010 tarihinde yayınlanmıştır.