20 Ocak 2011 Perşembe

Markalara hiç bu gözle baktınız mı?

Sağımız solumuz reklamlarla dolu, farkında olmadan bir çok ürünün tanıtımına maruz kalıyoruz. Bilinçaltımıza sloganlar yerleştiriliyor haberimiz bile olmuyor. Birgün kendimizi bir markanın jenerik müziğini mırıldanırken buluveriyoruz öyle değilmi.
Marka ismi, reklam pazarlama stratejileri ve insanların hayatına bu şekilde dahil olma başlı başına bir uzmanlık alanı. Bir meslek elbette.

İşte ailemizde bu mesleği severek, araştırarak ve gözleri dört açık bir şekilde yapan biri var.
Ajanda Dergiden bildiğiniz gibi Duygu'dan bahsediyorum. ( Bu arada Duygu benim sevgili kız kardeşim olur:)
Her ay markalaşmanın bir sanat olduğunu bize örneklerle açıklıyor ve piyasadaki markaları eleştirel bir gözle ve eğlenceli bir şekilde aktarıyor.
Duygu'nun bir de yeni bir blogu var, Duygu'sal Pazarlama adresi de http://www.duygusalpazarlama.com/

Gözüne çarpan markaları sorguluyor ve bize çok farklı bir bakış açısı kazandırıyor.
İlginizi çekeceğinizi düşünüyorum.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Ekmeği Kap Gel:)

E haydi öyleyse başlamışken sofrayı donatalım.
Şimdi bir köfte tarifi vericem arkadaşlar, bir yöresel tarif bu. Van dolaylarına ait. Ailede Van kökeni var dolayısıyla sofralarımızı da Van yemekleri zaman zaman şereflendirir.

Mesela sabah kavaltıda yenen "murtua" vardır, of bombadır o gerçek bomba, yiyeni duvara tırmandırır.

Bolca tereyağını eritip içine unu koyup kavurursun, sonrada içine çırpılmış yumurtaları döker karıştıra karıştıra pişirirsin. Ama duuuuuuur daha bitmedi. Sofrada murtuadan tabağına aldıktan sonra üzerine bal döküp yersin.

Şimdi anladım da yemek tarifi yazısı yazmak pek faydalı olmayacak bana, anlatırken canım çekti, haftasonu kaçarı yok yaparım artık,
bu işin sonu 42 bedene gidecek:)

Neyse ekmeği kapıpı geldiyseniz, ekmeğiniz kadar köftenizin tarifini vereyim birde.

Bildiğimiz köftelerden biraz farklı bu.
Adı "Bostaniye Köftesi"

Mücver kıvamında oluyor ve kızartılıyor.
Ben yemekleri hep göz kararı ve evdeki malzemelere göre yaparım. Çoğunlukla uydururum ama güzel olur (çok mütevaziyimdir:)

Köftenin yapılışını anlatıcam ama ölçüyü Deryabaykalın sayfasından alınıtılıycam zira göz kararımı ölçülendirmem biraz zor olacak. (Bak işte sinema filmi tarifine benzemiyor olay, zor zanaat buyemek tarifi vermek)

Bostaniye'nin Sinem'ce Tarifi (Fotoyu ben çektim ona göre)

Kıymaya, yumurta, un, süt, taze soğan, maydanoz, tuz, karabiber ekleyip mücver kıvamına getirip kaşıkla kızartma tavasına koyuyoruz. İşte bu kadar.
Afiyetler olsuuuuuun...


Derya Bayalın sayfasından gelen ölçüler

Not: Ben sütte koyuyorum bilginize

400 gr az yağlı dana kıyma

5 adet yumurta
4 tepeleme yemek kaşığı un
3-4 adet taze yeşil soğan
1 demet maydanoz
1 çay kaşığı tuz,karabiber
1 çay kaşığı karbonat
Kızartmak için;
1 su bardağı sıvıyağ

14 Ocak 2011 Cuma

Sanat Notları Kimliğini Şaşırdı:)) Zencefilli Kurabiye Tarifi

Evet sayın izleyiciler Sanat Notları'nda bir ilk yaşanıyor! Bugün çok değişik bir konuda yazı hazırladım.

Kendime bir çizgi belirlemiştim, ve bir yıldır o çizgide notlarımı alıyordum. Son zamanlarda yavaştan yavaştan çizgi dışı manevralarım olmaya başladı:)
Hatta birgün bir mesaj bile almıştım "kendini çok sıkma blogunun adı Sanat Notları diye illa sinema veya kitap konularında yazmak zorunda değilsin" diye.
Doğru bir tespit:)
İşte bugün bir tarifle karşınızdayım.
Dün zencefille tanışmamı anlatmıştım. Sevgili Berna'da çok iyi bir zencefilli kurabiye tarifi bildiğini söyleyip bana yolladı. Ben de bugün uyguladım . İşte fotoğraflarla belgesi.


Berna'ya çok teşekkür ederek bu güzel tarifi herkesle paylaşmak istiyorum.
Malzemelerimiz:

-2 yumurta
-50 gr tereyağ
-1 çay bardagı sıvı yag
-4 kahve fincanı pudra şekeri
-2 tatlı kaşıgı zencefil
-2 tatlı kaşıgı tarçın
-1 paket kabartma tozu
-aldıgı kadar un
Zencefil ve tarçını olcusu damak tadina göre ayarlayabilirsiniz.

Yapılışı
Tereyagını eritin.
Tum malzemeyi karıştırıp bir hamur yapın.
Merdane ile açıp şekilli kalıplarla kes.
180 derecede fırında pisirin. (yaklaşık 15 dak)
Soğuyunca üstüne pudra şekeri ele.

Fırında çabucak pişiyor, aklınızda olsun.

Sanat Notları'nda durdurulamaz not: Bakın fotoğrafın yanına bir kitap iliştridim. Yekta Kopan'ın Karbon Kopya isimli öykü kitabı.
Yekta Kopan'ın öykülerini çok severek okuyorum, çok özgün hikayeler yazıyor, hayatın içine sıradışı bir bakış açısı var. Her kitabı vazgeçilmez bir başucu arkadaşı.

Herkese afiyet olsun...





13 Ocak 2011 Perşembe

Hoşgeldin Zencefil:)

Bu yaşıma kadar zencefil hiç kullanmamıştım. Yurtdışında ne çok kullanılır aslında, kurabiyelerde özellikle ama yurdumuzda bu alışkanlık ve bu tada aşinalık pek yok. Ama artık marketlerde karşımıza çıkmaya başladı üstelik tazesi.
Geçen sene almıştım bir adet taze zencefil, bir yerde kullanırım diye. Buzadolabında aylarca bekledi ne birşeye ekledim, ne de tarif uyguladım. Sonrada çürüdü gitti zavallıcık.

Ama bu hafta zencefil kullanımı resmen ve törenle açıldı mutfakta..
Yaklaşık 10 gündür geçmeyen bir boğaz rahatsızlığım ve öksürüğüm var. Ne konuşabiliyorum ne de rahat rahat gülebiliyorum hemen gıcık tutuyor çünkü.

Bir kaçgündür ise zencefilli ıhlamur yapıyoruz evde. O kadar iyi geliyor ki, üstelik hem ev mis gibi kokuyor hem de tadı nasıl güzelleşiyor ıhlamurun.
Ben şu şekilde yapıyorum,

Ihamur, yarım elma (kabuklu ve çekirdekli), kabuk tarçın, ve rendelenmiş taze zencefil kaynadıktan sonra içine bir tatlı kaşığı bal ve biraz limon sıkıyorum. Şimdi yine ocakta pişiyor ben de hemen paylaşayım istedim.
Şu aralar öksürük çok yaygın. Belki deneyip siz de faydasını görürsünüz.

Bu arada Wikipedia'dan da bir iki bilgi alıntılıyorum.

Zencefil kökünün bileşiminde önemli etken maddeler var. Taze zencefil etken madde bakımından daha zengin; % 80 su, % 2 protein, % 1 yağ, % 12 nişasta, kalsiyum, fosfor, demir, B ve C vitamini içeriyor. Kuru zencefilde su oranı % 10'dur.


Zencefilin; iştah açıcı, antiseptik, midevi, gaz söktürücü, sindirimi düzenleyici, solunum yollarını açıcı ve toksin atici etkileri bulunuyor. Zencefil kan damarlarını açar, terleme ve sıcaklık yapar, kalbi canlandırır. Mutfakta çorbalara, patates, sosis, çeşitli dolmalar, ızgara etler, söğüş, pilav, her türlü beyaz peynire, çeşitli sebzelere, meyva salatasına, çeşitli pastalara, kurabiyelere ve keklere katılır.

12 Ocak 2011 Çarşamba

Jim Jarmusch - Night On Earth

Bu filmi kim seyretse yazmak ister sanırım veya her ortamda arkadaşlarına gönül rahatlığıyla tavsiye eder.
Jim Jarmusch takıntım olduğunu biliyorsunuz artık ve hangi filmini izlesem hemen paylaşmak istiyorum.
Adam o kadar özgün ki, bir kere filmlerini yazarken de çekerken de çok eğlendiğini düşünüyorum, sanki hobisi gibi yapıyor bu işi. Sinema sektörüne de özendiriyor insanı. Yani filmlerini gördükçe insanın bir senaryo yazıp yönetesi geliyor, nekadar zevkli bir işmiş dedirtiyor insana.

Yine reklamatik bir girizgahtan sonra filme geçiyorum. Ben de adamın reklam ve tanıtım menajeri gibi oldum.

Night On Earth
Yönetmen: Jim Jarmusch
Oyuncular: Winona Ryder, Beatrice Dalle, Roberto Benigni,
Yıl: 1991


Film 5 ayrı şehirde geçen 5 ayrı hikayeden oluşuyor. Herbir skeç 20-25 dakika sürüyor. Hepsi aslında bir bütünün parçaları gibi, ortak noktaları bir taksinin içinde taksi şöförü ve yolcuları arasında geçen diyaloglar üzerine kurulu olması.  Ama en çarpıcı özelliği ironi sanatını bu kadar güzel icra ediyor olması.

Her skecin açılış sahnesinde yukarıda gözüken yanyana dizili saatleri görüyoruz. Yolculuğumuza Los Angeles ile başlıyoruz.

1) LosAngeles
Los Angeles'ta bir akşamüstü. Oğlan çocuğu görünümlü varoşlarda yaşadığını tahmin ettiğimiz ve tek hayalinin tamirci olmak olduğu ufak tefek taksi şöförü  (Winona Ryder) ile  sürekli cep telefonuyla iş görüşmeleri yapan sinema filmleri cast ajansı sahibi genç ve güzel bir kadının havalanından Beverly Hills'teki evine doğru olan yolculuklarına tanıklık ederiz.

Karakterlerin izleyicide oluşturduğu ilk algı, yolcunun başarılı, zengin ve güzel bir kadın olmasının yanısıra, taksi şöförü kızın, kadınlığını bastırmış, erkek gibi davranan, fakir ve bu döngüde sıkışmış bir tip oluşu.

Şimdi bu noktada biraz durmak ve bazı şeylere dikkat çekmek istiyorum. 5 kısa öykünün de bariz bir önermesi var. "Hiçbirşey dışarıdan göründüğü gibi değildir."
Jim Jarmusch, yarattığı karakterlerin seyircide oluşturduğu ilk algıdaki güçlü ve güçsüzün 20 dakikalık diyaloglardan sonra nasıl farklılaştığını incelikle gösteriyor bize. Her skeç bitişinde istinasız izleyicinin düşüncelerini ve yaşamda varolan önyargıları sorgulatmayı çok iyi başarıyor.

Filmin bir diğer özelliği ise her şehrin kendine özgü kültürel özelliklerini konuya yerleştirmesi. Genelde yolculuk sırasında şehirlerin kenar mahallerinden geçen taksi bu dokuyu da izleyiciye aktarıyor. Bir diğer dikkat çeken şey ise hikayelerin geçtiği zaman sabaha karşı olduğundan boş sokaklarda dolaşan taksi izleyicinin dikkatini sadece o kahramanlara çekmeyi başarıyor.

2) New York

New York için her Amerikan filminden şöyle bir fikir hepimizde oluştu sanırım. Taksi bulmak çok zor. Her elini kaldırıp taksi diye bağırana taksi gelmez. Yağmurlu havalarda taksi hiç bulunmaz.
Yine bu kurala bağlı olarak bu hikayede bir zenci birtürlü taksi durduramıyor. Hatta eline para alıp havaya kaldırsa bile önünden geçen hiçbir taksi durmuyor. Bir süre sonra önünde duran taksiye binen adam, şöförün bu işte ilk gecesi olduğunu, araba kullanmayı bilmediğini hatta New York'a yabancı olduğunu öğreniyor. Taksi şöförü Helmut, aslında Doğu Almanya'da sirklerde palyaçoluk yapan biridir ve ailesi yoktur.

3) Paris

Paris'te bir gece. Fildişi sahilinden olduğunu öğrendiğimiz gururlu genç taksi şöförü, yoldan kör bir kadını alır. Kadın kör olmasına rağmen herşeye hakim görünmektedir hatta geçtikleri yolların bile farkındadır. Kadının körlüğüne rağmen hayatta güçlü bir yer edinişi, şöförü içten içe sinirlendirmektedir. Kadına körlüğünün acizlik olduğunu gösterme çabaları hep geri teper.

4) Roma

Bu benim favori skeçim. Taksi şöförü Roberto Benigni. Tipik bir İtlayan. Yolda kendi kendine konuşan, heyecanlı, canayakın bir tip. Yoldan bir rahibi arabasına alır. Bu sahne muhteşem:)
Ağırbaşlı hatta bir rahatsızlığı olduğu gözlemlenen rahip pek konuşmamakta fakat taksi şöförünün çenesi hiç durmamaktadır. Adam zor nefes alırken bile sigarasını rahatlıkla yakan taksi şöförü adamın öksürüğe boğulmasını bile aldırmaz. Bir de bunun üstüne yıllardır günah çıkartmadığını ve bu fırsatla günah çıkartmak istediğini söyler, peder bu fikre sıcak bakmasa bile başlar anlatmaya.
Bu günahlar size sürpriz olsun yalnız yerlere yatacağınız kesin:)

5) Helsinki

Helsinki deyince akla ne gelir. Heavy drinkers herhalde. Sabaha karşı 5'te artık uyumak üzere olan taksi şöförü boş boş dolaşırken gelen anonsla üç müşteriyi almaya gider. Yollar buzlu, ve sokaklar bomboştur. Üç sarhoş arkadaş biri baygın halde taksiye binerler. Sert tavırlı ve kavgacı adamları taksi şöförü hizaya getirmeyi bilir. Arkadşları taksi şöförüne baygın olanın neden bukadar içtiğine hak vererek başına gelen korkunç olayları üzgün bir şekilde anlatmaya başlarlar. Taksi şöförü bu olayların hiçöneminin olmadığını asıl en korkunç şeyin kendi başına geldiğini söyler.

Biraz ipuçları vererek anlatmaya çalıştım. Belki ilginizi çekmiştir. Bu arada elbetteki filmin müzikleri Tom Waits'e ait.
Okuduğum birkaç röportajdan da bir iki not ilave edeyim.

- Jim Jarmusch bu senaryoyu 8 günde yazmış.
- Bu filmi yapmasının amaçlarından biri de özlediği arkadaşlarıyla beraber çalışmakmış.
- Başta sadece takside geçen ve az oyuncu içeren bu hikayeyi yazarken çekim aşamasının çok kolay olacağını düşünmüş ama başlayınca kimseye tavsiye etmeyeceği zorlukta bir iş olduğunu anlamış.
- Çekimlerde arabanın kenarlarına monte edilmiş hız rayları, ışık sistemi, donanım ve teçhizat ile içlerine tıkıştırılmış bir sürü adam kullanılmış.
-  Helsinki'deki çekimde trenle çarpışma tehlikesi bile atlatmışlar.

Bu kadar eziyete değimiş ama.

Jim Jarmusch'un izlediğim ve notlarını aldığım diğer filmleri için buraya tıklayabilirsiniz.
İyi seyirler..

9 Ocak 2011 Pazar

Ödül ve cevaplar

Ve bir ödül daha Sanat Notlarına gidiyor:)))
Ödül almak, ebelenmek (mimlenmek) çok mutlu ediyor beni, arkadaşlarımın beni düşünmesi asıl memnun eden tabii ki. Hem de bu mimlere bağlı şartları yerine getirirken aklıma gelmeyecek şeyleri düşünmek de hoşuma gidiyor.

Efendim bu sefer ki ödülümü almak için beni sahneye sevgili Berna davet etti. Koştum gittim aldım ama öyle beleşe vermiyor ödülümü:) Hani güzellik yarışmalarında finale kalan üç hatuna mikrofonu uzatıp soru sorulur onlar da "dünya barışı" diye cevap verir ya burada da öyle bir durum var:)

Sevgili Berna'da bana sorusunu yöneltti ve sordu:
"Seyahat etmek istediğin üç yeri sebepleriyle birlikte anlatırmısın"

Ben de hemen yanıtlamak istiyorum ve yeni bir ödülü de gezmeyi çok seven arkadaşım sevgili Nesobaby'e vermek üzere sahneye davet ediyorum.


1) Pek tabiiki ilk seçeneğim Ekim ayı içinde eşimle Toscana bölgesinde kasaba kasaba dolaşmak olur. Mümkünse bir motor kiralayıp, küçük bir sırt çantasıyla hergün başka bir meydanda ve yerleşim alanında yapılan bağbozumu festivallerini birer birer dolaşıp, bol bol şarap içip Italyan peynirlerini şarabıma katık etmek isterim.


2) Laf festivallerden açılmışıken ezelden beri çok hoşuma giden bir festival daha var. Peynir yuvarlama festivali. Bunu da canlı olarak izlemek isterdim.
Festival heryıl İngeltere'nin Gloucester bölgesindeki 200 mlik Coopers tepesinde yapılıyor. 45 derecelik eğimi olan bu tepeden bir tekerlek peynir aşağıya doğru yuvarlanır peşinden de onu yakalamak isteyen yarışmacılar koşmaya başlar ve doğal oklarak onlar da peynir gibi yuvarlanır.
Sanırım yarışmacılar belli miktar alkolü baştan almışlardır. Peyniri ilk yakalayan ödül ise tabiiki peynir:) Yalnız yarışmacıların başına istenmeyen sonuçlar gelebiliyor o yüzden yolunuz düşerse katılmak yerine izlemenizi tavsiye ederim.


3) Ve yine bir festival daha var görmek istediğim hatta buna belki de katılırız. Adı Eşini Sırtında Taşıma festivali. Temmuz ayında Finlandiya'da düzenlenen festivalde eşini sırtlayıp yarışmayı birinci bitiren yarışmacıya eşinin ağırlığı kadar bira ödül veriliyor. Evet 65 kilo olabilirim, taşınması da biraz zor olabilirim ama 65 kilo bira var işin ucunda belki bu bir motivasyon olur eşime değil mi?

7 Ocak 2011 Cuma

Jim Jarmusch - Dead Man

Dead Man
Senarist ve Yönetmen: Jim Jarmusch
Oyuncular: Johhny Depp, Gary Farmer
Yıl: 1995

Yeni yılda da Jim Jarmusch tabii ki:)
Bu adam çok hoşuma gidiyor napim, şuncacık sinema izleyiciliği mazimde rastladığım en ilginç sinema adamlarından biri. Durgun filmler yapıyor bu doğru ama yarattığı karakterlerle çok barışık senaryolar yazıyor. Hepsinin zayıf noktalarını gösteriyor bize sonra da onları en saf halleriyle karşımıza çıkarıyor, bunun bize verdiği avantajla bizde onlarla bir güzel dalga geçiyoruz. Hep de kendinden emin, ama beceriksiz kahramanlar bunlar.

Bu sefer değişik bir film türünde çalışmış Jarmusch. Bir Western hatta Acid Western tarzındaki Dead Man hem bir dönemin ve toplumun kültürünü yansıtıyor hem de elbetteki yine absurd sahneleriyle eğlendiriyor.

William Blake (Johny Depp), kareli takım elbisesi, ince gözlükleriyle ürkek tavırlı bir muhasebecidir. Başvurduğu işten olumlu cevap alır ve herşeyi geride bırakıp yaşadığı yerden uzaktaki bir kasabaya doğru trenle yola çıkar. Fakat vardığında işini başkasına kaptırmış olduğunu anlar. Şirketin ve kasabanın sahibi John Dickinson onu silah zoruyla dışarı atar.

Beş parasız ve işsiz halde kalan Blake tanıştığı fahişenin evindeyken gelen eski sevgilisi kadını öldürür, Blake'i yaralar bunun üzerine Balke'te onu öldürür ve kasabadan kaçar. Öldürdüğü adam Dickinson'un oğludur, ve Blake'i bulması için üç kelle avcısı tutar.

Blake ormanda yaralı halde uyandığında şişman bir yerli ile karşılaşır. Nobody isimli bu adam yalnız gezmektedir. Blake'ın yarasını inceler ve kurşunun kalbine çok yakın olduğunu ve çıkarmanın mümkün olmadığını söyler. Onun için Blake yürüyen bir ölüdür.
Nobody, yaralı adamın isminin William Blake olduğunu öğrenince, kendisinin hayran olduğu şair William Balke'in reenkarnesi olduğuna inanır ve Blake'e sonsuz yolculuğunu yapmak üzere Pasifk Okyanusuna kadar eşlik etmeye karar verir.
Bu arada Balke'in arandığını öğrenen Nobody onun namının yürümesi için pek çok beyaz adam öldürmesi gerektiğine karar verir ve ona bu konuda yardımcı olur.

Tüm bunlar olurken üç kelle avcısıda ormanda beraberce iz sürmekte fakat birbirleriyle hiç anlaşamaktadırlar.

Film, Blake'in ve kelle avcılarının birbirini izleyen bağımsız sekanslarıyla sürüyor.

Nobody'nin yerli atasözleri ve inançlarıyla dolu konuşmaları, Blake'in yaralı halde bunların tek kelimesini bile anlayamaması, kelle avcılarının daltonlarvari çekişmeleri, rakip olarak birbirlerinden kurtulma çabaları, ve Dickinson'ın para ödülü koyması üzerine ormanda aramaya koyulan başka insanların ortaya çıkışı ile gerilim, macera ve izleyici şaşkınlığı, hafif tempoda sürüp gidiyor.

Bu arada bizim ürkek ve beceriksiz kahraman Blake, neredeyse yanlışlıkla çekirdek gibi adam harcıyor film boyunca.

Not: Filmde birçok sahenede ve diyalogda şair William Blake'e ait şiirlere göndermelerin olduğunu okudum. Ayrıca bu film Amerikan yerlilerine ilişkin çok iyi bir araştırma yapıldığına dair övgüler almış.

Deşişk bir açıdan yaratılmış vahşi batı ve yerlileri konu alan bu filmi meraklılara tavsiye ederim.

6 Ocak 2011 Perşembe

Dj oldum başınıza:)



Sızlanma yazım çok kalmasın ortada:)
Şimdi Ajandaya da uyum sağlayabilecek "Snow" adlı şarkılarıyla "çok feci acı kırmızı biberlerden" canlı performansa gidiyoruz. Dinleyin bak iyi gelecek:)

Dj'liğimden memnunsunuzdur umarım:) Yakında istek parçada alırım:)

5 Ocak 2011 Çarşamba

Sızlanmalar..

İnsan etrafında sevdikleri olunca sızlanırmış. Bugün biraz sızlanmak istiyorum. Aslında çok yaptığım birşey değildir ama şımarmışım işte:)
Boğazım çok yanıyor ve acıyor, birde sürekli öksürüyorum, akşam oldu şimdi bir halsizlikte çöktü. Üstüne üstlük bütün gün bilgisayar başında Ajanda'nın hazırlıklarını sürdürdüm. An itibariyle bitmiş durumda ve online okunması için yüklenmesini bekliyorum. Bende buarada Sederjinimi içip bloguma sızlanıyorum, aaaaah başım, aaaah gözlerim...

Akşama dergimiz çıkıyor inşallah. Yine acayip dolu dolu oldu, reklam yapıyor gibi olmıyayım ama rengarenk ve çok eğlenceli.

İşte böyle, yine eğlenceli bir yazıda görüşmek üzere...

4 Ocak 2011 Salı

Geçmişe Yönelik:)))


Bugün radyoda çaldı, yarısına yetiştim, özlemişimm:))))

3 Ocak 2011 Pazartesi

The Good Heart - Dagur Kari

Yönetmen: Dagur Kari
Oyuncular: Paul Dano, Brian Cox
Yıl: 2010

New York'da sadece 13 tane müdavimi olan bir barı işleten, ve barın üstündeki çatı katında köpeğiyle yaşayan, çabuk öfkelenen, sert tavırlı, huysuz bir barmen olan Jacques sürekli kalp krizi geçirmektedir. Yine hastaneye kaldırıldığı bir gün yanındaki yatakta yatan ve intihar girişiminde bulunmuş genç evsiz Lucas ile tanışır. Lucas hayattan hiçbir beklentisi kalmamış ama buna rağmen insani duyguları çok gelişmiş bir genç delikanlıdır.
Jacques Lucas'ı yanına alır ve ona barmenlik ve işletmecilik hakkında bildiklerini öğretmeye başlar. Jacques'ın herşeye karşı öfkeli ve sert tutumuna karşın Lucas yumuşakbaşlı, iyiliksever ve minnettar tavırları olan biridir.
Zaman ve gelişen olaylarla Lucas, Jacques'ın hayatında çok önemli bir role sahip olacaktır.

Filmle İlgili Notlar:

  • Dagur Kari merak ettiğim bir yönetmendi. Kendisi İzlandalı ve bağımsız sinemacı. Filmlerini kendi yazıp yönetiyor. Bu tarz çalışan yönetmenler daha çok ilgimi çekiyor açıkçası, derdini daha samimice ortaya koyabiliyormuş gibi geliyor. Tutunamayanlar ve Buzdan Hayaller diğer öne çıkan filmlerinden.
  • Bu filmdeki derdi ise iki zıt karakterin birbirleri üzerindeki etkisinin yanısıra organ bağışına dikkatleri çekmek. Bunu zaten filmin başında hemen anlıyoruz. Lucas'ın hastane personeline hayatını kurtadıkları için teşekkür olarak  önce spermlerini teklif etmesi daha sonra ise organ bağışı yapabileceğinin söylenmesi üzerine tüm bedenini bağışlamayı istemesi filmin hikayesinde bunun öneminin ortaya çıkacağının işareti aslında.
  • Dagur Kari güzel bir hikaye yaratmış ama iki saate sığdırılması zor da bir konu seçmiş. Yani bu bir kitap olsa tadından yenmezdi. Ama filmde karakter gelişim ve davranış değişiklikleriyle iligili bazı detaylar atlanmış ve hızlı geçilmiş ister istemez. Özellikle yaratılan karakterlerin filmin başlangıç noktasından önceki yaşantılarıyla ilgili hiçbir ipucu vermiyor bize yönetmen. Mesela Lucas neden evsiz kalmış ve kendini hayvan diye tanımlarken nasıl bukadar insani özellikleri barındırmakta. Bunun yanısıra Jacques eden hayata karşı öfkeli, neden kadınlara karşı mesafeli niye kimseye güvenmiyor. Dediğim gibi bu bir romana konu olsa yüzlerce sayfalık harika bir kitap ortaya çıkardı. Hatta tam da Paul Auster'un kalemine uygun bir hikaye bu:))
  • Flue olan bir diğer karakter ise gecenin bir yarısı hayatlarına giren davetsiz misafir April.
  • İyi bir konu seçimi, geliştirilebilir bir senaryo, iyi kalite oyunculuklar ve bağlanması gerektiği gibi bir hikaye sunuyor bize.