30 Nisan 2012 Pazartesi

İlginç bir Söyleşi Haberi



Çok güncel ve ilgi çekici bir konu hakkında bir söyleşi haberi vereceğim.

Söyleşi sahibi sevgili kardeşim Duygu Phillips'in hatırlarsanız geçen yaz İSMİN MARKA HALİ adlı kitabı yayınlanmıştı.

Türkiye'de ilk defa Marka İsmi Bulma konusunda yol gösteren bir kitap olma özelliğinin yanısıra Marka isminin önemini, marka isimlendirme konusunda yapılmış olan hatalardan örnekleri, ve hergün içiçe yaşadığımız markaların ilginç hikayelerini de anlatıyordu kitabında.

Duygu 2 Mayıs 2012 yani bu çarşamba saat 14:00 de Caddebostan Kültür Merkezinde Marka İsmi Bulma Yöntemleri hakkında ve marka isminin önemi konulu bir söyleşi yapacak.
  • Yeni bir iş kurmak üzereyseniz ve işyerinize etkili bir isim arıyorsanız
  • Ürettiğiniz ürünleri pazarlayacak iyi bir isme ihtiyacınız varsa
  • Etkili isim bulma yöntemlerini öğrenmek istiyorsanız
  • Önemli markaların markalaşma sürecini merak ediyorsanız
  • Hatalı markalar hangileri, markaların hikayeleri neler diyorsanız

Ücretsiz olan bu etkinliğe katılın ve keyifli bir sohbete mutlaka dahil olun derim.

Duygu'ya ulaşmak ve markanıza isim bulma konusunda destek almak isterseniz www.naminghouse.com dan ulaşabilirsiniz.

27 Nisan 2012 Cuma

Melancholia (2011) ve Lars von Trier

Lars von Trier ile ilk tanışmam "Dogville" ile olmuştu. Hiç alışık olmadığımız bir tarzda çekilmiş film tamamen deneysel bir yaklaşımla ve pandomim bile içeren oyunculuklarla, bir sahne üzerine çizilmiş çizgilerle belirlenen bir alanda sunuluyordu.
Böylelikle izleyici dekor, aksesuar ve görsel efektlerden ziyade tamamen konuya ve karakterlerin psikolojik durumlarına odaklanmış oluyordu.

Bu minimalist yaklaşım Lars von Trier'in tarzıydı aslında.

Az bütçe ile ve doğal çekimlerle yapılan filmlere olan inancı ile Dogma 95 akımını başlatmış ve pek çok yönetmen de bu akımdan esinlemiştir.

Bu akımın manifestosu alsında çok basittir, çekimler el kamerasıyla, doğal ışıkta yapılacak, filmin üzerine müzik eklenmeyecek, filmler hep şimdiki zamanda geçecek, gelişigüzel aksiyon içermeyecek ve en önemlisi yönetmen jenerikte belirtilmeyecekti.

Her nekadar Lars von Trier ve birkaç diğer Danimarkalı yönetmen bu akımı başlattılarsa da hem onların hem kendisinin bile bu kurallara uymaması dolayısıyla akım 2000li yıllarda son bulmuştur.

Lars von Trier 1956 doğumlu Danimarkalı ünlü bir yönetmen ve senarist. Pek çok filmiyle ses getirmeyi başarmış ve aynı zamanda muhalif düşünceli biri.

Film sektöründe büyük paralar harcanarak yapılan aksiyon ve efekt içerikli filmlere karşı tepki olarak ve "sektörü dengelemek adına" düşüncesiyle düşük bütçeli ve humanist filmler yapmayı tercih etmekte.

Lars von Trier,  2011 Cannes film festivalinde yaptığı açıklamalarla "persona non grata" yani "istenmeyen adam" ilan edildi. Bunun sebebi gazetecilere verdiği demeçte Hitlere sempati duyduğunu ve kendisinin bir Nazi olduğunu ayrıca İsrail'in bir başbelası olduğunu söylemesinden dolayıdır.
Bu sözlerinin arkasında aslında bir aile trajedisi yatmakta.
Her nekadar Lars von Trier beraber büyüdüğü babasını atesit bir Yahudi olarak bilse de annesi ölüm döşeğinde bir gerçeği itiraf eder. Buna göre annesi işvereni ile ilişkiye girmiştir ve Lars'ın gerçek babasının kökü Almanlara dayanan bir Hristiyandır. Annesi Lars'ın gerçek babasının aile kökeninde önemli sanatçılar olduğunu ve oğlunun da sanatçı olmasını istediği için isteyerek yaptığını söyler.
Kökenini araştıran Lars, bir Nazi olduğunu düşünmektedir.

Cannes film festivalinde yaptığı açıklamaların birer şaka olduğunu elbetteki Hitlere sempati duymadığını ifade etsede tepkileri üzerine çekmiş olur birkere.

Lars von Trier'in filmlerinde çıplaklığı yalın olarak kullandığını izlediğim birkaç filminde (Antichrist, Melancholia..) gördüğüm kadarıyla bunun da sebebinin yine çocukluktan gelme olduğun düşünüyorum.

Anne ve babası birer nudist olduklarından çocukluğu hep çıplaklar kampında geçen Lars von Trier doğal olarak bunu filmlere taşımaktadır.
Ayrıca Lars von Trier sahibi olduğu yapım şirketi Zentropa'da kadınlar için özel pornografik filmler de üretmektedir. Lars von Trier'e göre kadınlar da pornografik filmler izlemeyi severler ama sadece seks görüntüleri içermesi onları mutlu etmez, bunun bir konuya sahip film içinde sunulması gerekir. Bu filmlere örnek olan Constance (1998), Pink Prison (1999) ve All About Anna (2005) adlı filmler Avrupa'da büyük başarı elde etmişlerdir.

Lars von Trier bir süredir depresyon tedavisi görmekte. Bu süreç içinde 2 film üretemiş ve bu depresif yapısını elbetteki filmlerinde izleyiciye de yansıtmıştır.

Antichrist (2009) baştan sona depresif ve rahatsız edici bir özellikte film olmasının yanısıra Hristiyanlığının sembollerini içinde barındırarak mesajlarını bu yolla vermeyi seçen bir yapıdadır.
Küçük çocuklarını kaybeden bir çiftin yaşadıkları travma ve karısını tedavi etmeye çalışan terapist arasında önceleri psikolojik daha sonraları fiziksel çatışmaya dönen kasvetli bir konuya sahip film görsel olarak bunalımı ve hisleri çok iyi yansıtırken filme eşlik eden müzikler ise filmin başarısını katlıyor adeta.

Melancholia (2011) yine Lars von Trier'in depresif ruh halini çok iyi yansıtan bir film olduğunu düşünüyorum. 2 bölümden oluşan film iki kardeşi ayrı ayrı merkeze oturtarak bir zaman diliminde ilerliyor.
Ünlü yönetmen bu sefer bir felaket filmiyle karşımıza çıkıyor. Bildiğimiz felaket filmleri gibi ne hükümetler ne özel ajanlar ne de süper güçler bu felaketi durdurmaya çalışıyor. Filmin başında filmin sonunda olacakları ağır çekim bir açılışla izliyoruz.

Lars von Trier'in bu filmdeki derdi çok başka. Tedavi gördüğü klinikte deneyimlediği "Depresif insanlar stres altında sakin kalır çünkü onlar zeten hep kötüyü bekler" düşüncesiyle yola çıkmıştır bu senaryoda.
Belki de iki kız kardeş Trier'in iç çatışmasının yansımasıdır. Justine ağır depresyon altında olan kardeş iken ona yardımcı olmaya çalışan ablası Claire ile iki ayrı psikiolojik sistemin felakete karşı tepkisi ortaya koyulmakta.

26 Nisan 2012 Perşembe

İmdat

Hazırlıksız yakalandık, ben zaten hazır cevap biri olmadığım için nasıl saçmaladığıma bakın, bugün pedagogla konuşacağım bu konuyu,

Birkaç zamandır ölüm konusu diline takılmış durumda, sürekli cümle içinde kullanıyordu.
"Anne Ben 10i bilyorumusun", "evet canım kimdi o", "...........falan filandı ama öldü", veya "....... falan filan varya öldü o"

Ve en sonunda bu kadar dile getirince ölümüm anlamını öğrenmek istedi çocukcağız haliyle ve başladı sormaya ama ben bu derse daha çalışmamıştım ki:)

Doruk - Anne senin baban kim?
Ben - Semih Dede
Doruk - Nerde o, öldü mü?
Ben - Evet canım
Doruk - Peki sen ne yapıyorsun babasız?
Ben -..............

Birkaç zaman sonra

Doruk - Anne senin baban niye öldü?
Ben - Çok yaşlıydı
Doruk - Benim dedem de ölücek mi?
Doruk - Çok yaşlanınca herkes ölür, deden daha genç ama
Doruk - Ben ölmiycem
Ben - Tabiki

Birkaç zaman sonra

Doruk - Anne senin babaannen kim
Ben - Babaannemin adı Semahat
Doruk - Nerde o, öldümü
Ben - Evet canım
Doruk - Peki ölünce nereye gidiyorlar
Ben -......?!?!?!?!? eeee gökyüzüne
Doruk - Nasıl yani gökyüzünde nereye
Ben - Özgür find the answer from internet be quick
Doruk - Anne okulda öğretmenim ölünce tekrar doğuluyor dedi
Ben - Yok doğulmaz canım
Doruk - Ama öğretmenim öyle dedi
Babaannesi - Ölünce başka dünyalara gidiyorlar oradan bizi izliyorlar
Doruk - Nasıl yani, hangi dünyaya
Ben - Özgür did you find something hadi ama

Laf karışması ve konunun şimdilik kapanması


18 Nisan 2012 Çarşamba

3 Film ve Avrupa Tarihi

Hep derim, tarih derslerini filmler eşliğinde öğretseler ne çok akılda kalır.
Vahşi bir ders aslında tarih.
Savaşları ezberler durururuz. Tarihlerini, yerlerini ve kazananların bilgisiyle beraber, bir kutu oyunu veya bir maç sonucu gibi algılanarak. İnsanlık dramı hiç dahil edilmez içine.
Dünya tarihi savaşlarla dolu elbette bunları  öğreneceğiz ama bu şekilde sanki savaşları benimsemiş de oluyoruz çocuk yaşlarda, çok normalmiş gibi.
Etkilerini anlatmıyorlar derslerde, yaşanan acıları, kayıpları, psikolojik olarak nesilden nesile süren etkilerini.
Filmler de gerçeğe yakın olarak görüyor ve hissediyoruz oysa, içselleştirebiliyor, kendimizi o savaşta yer almış bulabiliyoruz.
Neyse:)
Sinemada tarihi filmler okadar çok ki, her döneme ait bir film bulmak mümkün.

Ben de şans eseri,18. yy Avrupası'nda geçen üç biyografik - tarihi film izledim peşpeşe.
Fransız Devriminin Avrupa'daki etkilerini farklı yaklaşımlarla ve hikayelerle, tarihte varlıklarıyla büyük yer edinmiş kişilerin yaşam öyküleri yoluyla izleyince pek çok şey öğrenmiş oldum hem de:)

Hatta daha da çok merak ettim detayları, bu yüzden 1989 Fransa yapımı "La révolution française" var sırada izleyeceğim.

Filmlere geçmeden önce Fransız İhtilali dönemindeki siyasi gelişmeleri biraz özetliyim:



  • Fransız İhtilali tüm dünya tarihi için de bir dönüm noktasıdır çünkü uzun zamandır gelişen burjuvazi bu devrimle iktidarı mutlak bir biçimde ele geçirmiştir. 
  • Aydınlanma filozoflarının (Montesquie, Voltair, Rousseau, Diderot..) etkilerinin yanında İngiliz Halklar Bildirgesi, John Locke’nin fikirleri ve Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi burjuvaları hareketlendirmiştir. 
  • Fransa, Kuzey Amerika’daki tüm kolonilerini Yedi Yıl Savaşları sonunda imzalanan Paris Antlaşması ile İngiltere'ye kaptırmıştı.  1774 yılında Onüç Koloni'nin başlattığı Amerikan Bağımsızlık Savaşı 1776 yılında bağımsızlık ilanıyla sürmüştü. Fransa ise bu çatışmalara büyük boyutlarda mali destek vererek dolaylı olarak katılmıştır.
  • Bu savaş harcamaları ve giderek artan saray masrafları dolayısıyla Fransız monarşisi de mali yönden tükenmişti.
  • 1789 yılında XVI. Louis, soylulardan toprak mülkiyeti üzerinden vergi istediğinde; soylular, parlamentonun toplanmasını istediler. Parlamentonun toplanmasıyla orta sınıftan halk, özellikle varlıklı sınıflar, monarşiye karşı savaş açtılar. 
  • Orta sınıf, 14 Temmuz1789 günü Bastille hapishanesine saldırdı. Hapishane ele geçirilip mahkûmlar salındı.
  • 1791 yılında bir kurucu meclis toplandı ve İnsan ve Yurtdaş Hakları Bildirisi yayınladı. Ardından anayasa hazırlayarak monarşinin yetkilerini sınırlandırdı.
  •  1792'de cumhuriyet ilan edildi.
  • Sadece 1793 ile 1794 yılları arasında (Jakoben devrimci diktatörlüğü) 18.000 ile 40.000 arasında kişi Giyotin ile idam edildi.
  • 1793'te dış güçlerle ittifak yaptığı için kral XVI. Louis idam edildi.
  • Kraliçe Marie Antoinette vatan hainliği suçundan idam edildi.
Fransız Devriminin Liderleri
Maximilien de Robespierre (1758 - 1794)

Louis de Saint-Just (1767 - 1794)

Jean-Paul Marat (1743 - 1793)

Georges Jacques Danton (1759 - 1794)

Camille Desmoulins (1760 - 1794)


Marie Antoinette (2006)
Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Kirsten Dunst, Jason Schwartzman, Judy Davis

Avusturya imparatorunun kızı Marie Antoinette'in 14 yaşında ittifak sağlamak amacıyla Fransız veliaht 16. Louis ile evlenmesi ile başlıyor film.
Tarih 1768.
Güzelliğiyle, neşesiyle ve sıcakkanlılığıyla herkesi büyülerken henüz 16 yaşındaki eşinin birtürlü dikkatine çekemeyen Marie Antoinette Versailles Sarayı'nda kraliçeliğe doğru uzanan bir yaşam macerasına başlar.

Film Fransız İhtilalinin başlangıcıyla Marie Antoinette ve kocası Kral 16. Louis'nin Sarayı terketmesiyle son buluyor.

Yaklaşık 20 yıl boyunca Marie Antoinette'in Saraydaki ihtişamlı yaşamında nasıl bencil bir yaklaşıma sahip olduğunu, halk tarafından neden sevilmediğini, kraliçelik döneminde politikaya ve ülkenin yönetimine kayıtsızlığının sebeplerini görüyoruz.

Tarihe geçmiş ünlü sözü "ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler" 'in ve hakkında yazılan ve çizilen pk çok çirkin yakıştırmanın halk tarafından neden uydurulduğunu anlıyoruz.

Fransa'ya gelin giderken annesinin Marie Antoinette'e tembihlediği gibi "Fransız halkı melek gibi bir kraliçemiz var" desinler sözü belki gerçek olabilecekti, fakat sarayın ihtişamlı ve savurgan yaşam tarzına uyarak, içki, kumar ve gösterişle kendini ifade etmeye çalışan Marie Antoinette, kocası 16. Louis'in beceriksizce ve pek çok hatalı kararlarla ülkeyi yönetmesi ve Fransa'yı borç batağına sürükleyerek halkın sefaletine sebebiyet vermesi dolayısıyla giyotinle hayatları son bulmuştur.

Danton (1983)
Yönetmen: Andrzej Wajda
Oyuncular: Gérard Depardieu, Wojciech Pszoniak, Anne Alvaro

Sene 1794. Fransız İhtilali gerçekleşmiş ve Jakobenlerden kurulu komitenin verdiği kararlarla sürekli infazlar yapılmakta ve Fransa'da terör dönemi yaşanmakta.
Jakobenlerin önde gelen isimleri ise devrimciler Robespierre, Mirabau ve Marat.

Halk hala sefalet ve açlık içinde. İhtilalin en önemli isimlerden biri ve halkın gözünde kahraman olan Danton, devrimcilerin yaptıkları infazlardan ve yeniden oluşturdukları diktatörlük benzeri sistemden ayrılmış ve "İnsaflılar Grubu"nu kurmuştur.

İhtilali birlikte gerçekleştiren Danton ve Robespierre'in fikir ayrılıkları, komitenin Danton ve yandaşlarını tutuklama kararı ve yargı süreci anlatılıyor filmde.
Robespierre'in eski arkadaşı hakkında vermesi gereken karar vardır ve bu çelişkili karar ile kendi dahil tüm ihtilalcilere zarar verebileceğini bilmektedir. Komitenin baskısı ile Roberspierre Danton'u karşısına alır ve devrimcilerin tümünü giyotine götüren süreç başlar.

Goya's Ghosts (2006)
Yönetmen: Miloš Forman
Oyuncular: Natalie Portman, Javier Bardem, Stellan Skarsgård
Imdb Puanı: 6.9

Mükemmel bir film, çok çarpıcı sahnelerle dolu bir senaryo.
Romantizm akımının öncülerinden kraliyet ressamı Goya'yı merkeze oturtarak hazırlanmış senaryoda İspanyol engizisyonun karanlık dönemi konu alınmakta.

Acımasız Engizisyon Mehkemelerinin Hıristiyan karşıtı olduğunu düşündükleri insanlara işkenceyle her türlü ssuçlamayı kabul ettirdikleri ve insanlık dışı hapis yaşamlarını hatırlatılıyor.

Goya yaptığı sert eleştriler çizimler ile engizisyonu çok rahatsız etmektedir.
Yahudi avına çıkmış olan engizisyon üyleri şüpheli gördükleri herkesi sorguya almaktadır.
Goya'nın ilham perisi ve aynı zamanda çok zengin bir tüccarın kızı olan İnes'de sorguya alınır. Goya her nekadar rahip Lorenzo'ya yalvarsa da Ines'ı kurtamayı başaramaz.
Rahip Lorenzo ise Ines'in babası tarafından engizisyon işkence yöntemleri ile ilgili öyle büyük bir ders alırki İspanya'yı terk etmek zorunda kalır.
20 yıl sonra Napolyo'nun İspanya'yı işgali sonucu engizisyon ve Krallık son bulur. Rahip Lorenzo İspanya'ya geri dönmüştür, Goya ise artık sağırdır.
Goya, Lorenzo ve Ines'i biraraya getiren sürpriz gelişmeler olmuştur.

Goya'nın çizimlerinden bazı örnekler,

















10 Nisan 2012 Salı

Incendies (2010) - Böyle final olur mu?

Yönetmen: Denis Villeneuve
Oyuncular: Rémy Girard, Lubna Azabal, Mélissa Désormeaux-Poulin
2010 En İyi Yabancı Film Oscar Adayı
Imdb Puanı: 8.1

Bir tiyatro oyunundan uyarlanarak sinemaya aktarılan trajik bir hikaye.
Film 70'lı yıllarda yaşanan Lübnan iç savaşını flashback yöntemiyle günümüzle birleştirerek iki kuşağın hikayesini anlatıyor.

Kanada'da yaşayan Lübnan asıllı Hıristiyan Newal Marvan adlı kadının geçmişte Lübnan'da yaşadıklarını, genç ikiz çocukları aracılığıyla geçmişe dönük olarak öğreniyoruz.

Annelerinin ölümüyle kendilerine vasiyet kalan biri hiç bilmedikleri üvey ağabeylerine ve diğeri yine hiç tanımadıkları babalarına yazılmış mektubu onlara teslim etmek üzere almaları ve ikisinin izlerini bulmak için günümüz Lübnan'ında geçmişin trajik savaş dönemini ve annelerinin yaşadıklarını yavaş yavaş ortaya çıkarmalarını konu alıyor film.

Bir iç savaşın, beraber yaşayan farklı dinde, ırkta ve inançtaki insanları nasıl birbirine düşürdüğü, canileştirdiği ve çoluk çocuk demeden katliama sebebiyet verdiğini fonda izlerken ön planda bu ortamda bir kişinin hayatında trajik tesadüflerle korkunç bir hayat yaşatabildiğini gösteriyor film.

Çoğu sinema otoriteleri tarafından çok iyi eleştriler alan film günümüz dünyasında halen yaşanmakta olan iç savaşlara dikkat çektiği için bu yönüyle de izlemeye değer bence de.

Finalinin ağırlığı altında ezilen pek çok seyirci olduğuna eminim. Hikayenin bu şekilde bitirilmesi, insanların trajik hikayeleri sevmesinden ve bu son ile filmin akıllarda kalıp başarı sağlaması düşünülmüş olabilir mi acaba dedirtiyor bana.

Çünkü bazı algıların film boyunca olana bitene değil de finalle gelen nokataya puan verdiğini düşünüyorum. Böyle olunca bu finali görüp müthiş bir filmdi diyecek pek çok kişi olacaktır.
Son olarak, finale çok taktım ama, bu final olmasaydı da bence çok iyi filmdi pek çok yönden. Bizi Lübnan'a götürdü hem bugün hem de 35 yıl öncesine.

Not: Hikayenin bir kısmı Souha Bechara adlı Lübnan'lı bir kadın'ın hayatından alıntılanmış. "My life for Lebanon" adlı otobiyografisi yayınlanan Souha Bechara ile filmdeki Newal arasındaki benzerlik suikast girişimi ve hapishane yaşamı. Çocukları ile ilgili bilgi bulamadım.
İlgilenenler için birkaç link burada.
http://www.counterpunch.org/2004/01/10/a-review-of-resistance-my-life-for-lebanon/
ve http://en.wikipedia.org/wiki/Souha_Bechara

9 Nisan 2012 Pazartesi

J.Edgar (2011)

Yönetmen: Clint Eastwood
Oyuncular: Leonardo di Caprio, Naomi Watts,
İmdb Puanı:6,9

Afferin Leonardo! diyerek başlayacağım.
Biyografi türündeki bu filmde gençliğinden ölümüne kadar J. Edgar'ı kendisi mükemmel canlandırdığı için.
Aksanından, vurgularına, konuşma tarzından jestlerine ve yaşlılığındaki fiziksel hareketlerine kadar müthiş bir karakter oyunucusu olduğunu birkez daha gösteriyor. (The Aviator'da Howard Huges'u da çok iyi canlandırmıştı örneğin)




J.Edgar Hoover, FBI'ın kurucusu ve 48 yıl boyunca başkanlığını yapmış biri. Suçlu araştırmalarında bilimsel yöntemlerin kullanılmasını sağlamış ve dünyanın en büyük parmak izi kataloğunu oluşturmuş. Eğitimli ve donanımlı personel seçerek ve onları eğiterek FBI'nın başarısını ve saygınlığını arttırmış.

J. Edgar enteresan bir adam. Kendini işine adamış, antisosyal sayılabilecek bir hayata sahip, annesine düşkün, görünüşe ve kılık kıyafete çok önem veren biri.
Hırslı bir lider, egosu çok yüksek ve kendini olduğundan fazla göstermeyi seven biri. Ekibin başarılarını dışarıya hep kendi kişisel başarısı olarak lanse etmekte.

1895 doğumlu ve 1924'ten 1972 yılına kadar FBI başkanlığı yaptığı dönemde 8 kere Amerikan Başkanı değişmiş. Hiçbiri onu bu görevden almak istememiş (!)
J. Edgar'ın önemli kişiler hakkında sahip olduğu bilgileri sakladığı "Özel Dosyaları" var olduğu bilinmekte ve fakat ölümünden sonra bile bu dosyaları bulan olmamış.

J.Edgar 30'lu yıllarda Amerika'nın başına musallat gangsterlerle mücadelede büyük başarılar elde etmiş hatta ençok ün yapan banka soyguncusu John Dillinger'ı bile ekibine yakalatmıştır. Hatta bu konu "Public Enemies" filminde ele alınmıştır.

Kişisel Notlarım:

Bu filmle ilgili "çok ağır bir film" şeklinde yorumları sıkça duyabilirsiniz. Ben biyografi türündeki filmleri gerçek bir insanın ve bir dönemin hikayesini anlattığı için çok severim. Kurmacası az ve bir insanın duygu ve davranış gelişimini gösterdiği ve ne tür hayatlar yaşandığını görebildiğim için ilgimi çeker.

Eğer bir kişinin hayatı film oluyorsa zaten o kişi pek çok kişiye birşeyler verebilecek bir hayat yaşamış demektir.

J. Edgar filminde de bir başarı hırsı anlatılıyor aslında. Başarı için feda edilenler, yapılan yanlışlar, insanın psikolojik yapısı ve hırsın sonunun olmadığı gösteriliyor.
Biyografik filmler çok hızlı konu gelişimi olan veya aksiyon içeren filmler olmayabilir ve ama benim için yavaş yavaş insanın değişimini izlemek çok öğretici ve düşündürücü oluyor.
Amerika'nın bu dönemiyle ilgili bilgi sahibi olmak, FBI'ın bugünkü hale nasıl geldiğini görmek ve ünlü bir yöneticinin halk ve politikacılar karşısındaki mücadelesini izlemek isterseniz tavsiye ederim. Ayrıca Leonardo di Caprio'nun oyunculuğu, makyaj uzmanlığı da yeteri kadar bir sebep:)

5 Nisan 2012 Perşembe

Aman Kaçırmayın!....:)

Ajanda Dergiye sık sık gözatmayı untmuyorsunuz değil mi?
Kalabalık ve çok değerli bir ekiple Ajanda Dergi'yi sürekli yeni haberlerle güncelliyoruz.
Blogunuzun "Takip Ettiklerim" listesine alın hamen! Her an yepyeni bir yazı yayınlıyoruz.

Haftasonu ne yapsam?
Nerede hangi ilginç sergi var?
Tiyatrolardan kaçırmamam gerekenler hangileri?
Vizyondaki filmler hakkında neler düşünülüyor?
Yarışmalara, etkinliklere katılmak istiyorum
Çocuklarım için aktiviteler neler var?
Moda, dekorasyon trendleri neler?

diye düşünüyor,

Enteresan fotoğraflar,
Keyifli röportajlar
Yiyecekler hakkında ilginç bilgiler?
Dünyadan ilginç haberler?
İş dünyasına ait az bilinen gerçekler,
Sürpriz tiyatro bileti, kitap çekilişleri

hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız
Ajanda Dergiyi sık sık ziyaret etmeyi unutmayın, ve bizim için değerli düşünce ve  yorumlarınızı mutlaka paylaşın...

Güne başlarken ilk adresiniz www.ajandadergi.com olsun!

2 Nisan 2012 Pazartesi

Açlık Oyunları - 2012

Yönetmen: Gary Ross
Oyuncular: Jennifer Lawrence, Josh Hutcherson, Liam Hemsworth

Kitabı okuyup da filme gitmekte kararsız olanlara fikrimi ileteyim hemen. Bence hiç durmayın gidin!:)

Çok nadiren, okuduğum kitapların filmlerini izleme şansı elde ederim, bunun sebebi az kitap okuyor olmam mı acaba bilemiyorum:)

Okuduğumuz kitapların filmini izleme fikri biraz tedirginlik yaratır eminim hepimizde çünkü kitaptaki tasvirlerle kafamızda oluşturduğumuz karakterler ve ortam, görsel olarak filmle örtüşmezse hayalkırıklığı yaşatır bize. Bir de derinlemesine hakim olduğumuz olay örgüsü film de kısa tutulmuş veya atlamalar yapılmışsa salçası az suyu bol yemeğe benzer sonunda hikaye:)

Açlık Oyunları kitabı gerçekten etkileyici bir konuya sahip ve kurgusu çok iyi. Okuyan hiç kimseden de fazla eleştiri almadı gördüğüm kadarıyla. Bunu filme yansıtmak başarı gerektirir. Tıpkı Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter gibi -ki ben onların da beyazperdeye çok başarılı aktarıldıklarını düşünüyorum (her kitabı okumamış olsam da)

Madde madde kitap - hayalgücüm - film ilişkisini yazayım hemen, ama ondan önce filmden bağımsız olarak romanla ilgili bir noktaya dikkat çekmek istiyorum.

Yazar, okuyucunun, kitabın kahramanı Katniss'e başından beri sempati duymasını hedefliyor. Mazlum, fedakar abla, iyi bir avcı, güçlü bir aile bireyi gibi özellikleri olan Katniss hikaye boyunca biran bile okuyucunun sempatisini kaybetmiyor.

Öyleki Açlık Oyunları için sahada neredeyse kimseyi öldürmek zorunda kalmıyor, bir şekilde şansı hep bol oluyor.
İki kere vahşileşebileceği duruma geliyor,
birincisinde Rue'yu öldüren kızı okuyla vurarak nefsi müdafadan yırtıyor okuyucu gözünde,
diğerinde ise, oyunun sonunda geriye kalan 11. mıntıkadaki zenci çocuk'u öldürmek zorunda kalmaması için yazarın bir manupilasyonla onu vahşi hayvana yem etmesiyle masumiyetini koruyor.  (-ki o çocuk Katniss'in hayatını arenada kurtarmıştı, bunun üzerine onu öldürmek olmazdı)
İşte bunlar hikayeyi yapaylaştıran ufak detaylar gözümde. Şimdi maddelerime gelelim,

- Katniss karakterini canlandıran Jennifer Lawrance'ı görünce hiç yadırgamadım, çok iyi bir seçim bence

- Peeta, hayalimde biraz daha şişmandı, ama yüz ifadesi, bakışları, tavırları aynı hayal ettiğim gibiydi, (başarılı)
- 12. Mıntıka ve Capitol iyi resmedilmişti,
- Oyun öncesi hazırlık süresi atlanmadan, önemli detayların herbiri beyazperdeye aktarılmış ve yavaş yavaş oyunların önemi, oyuncuların nasıl birer öldürme makinasına dönüştürüldüğü ve bu oyunun gönüllü birer parçası haline getirildiği iyi anlatılmıştı.
- Capitol'ün insanları ve yaşam tarzları için bir kaç örnek araya sıkıştırılmış, atlanmamıştı.

- Oyunun oynandığı orman, gölet, yangın sahnesi tam hayal ettiğim gibiydi.
- Katniss ve Peeta arasındaki ilişkinin seyiri detay detay gösterilmişti,
- Sonuç olarak finale kadar herşey kitapta anlatıldığı gibi resmedilmişti. Yazar Suzanne Collins'de senaryo ekibinin içinde yer almış zaten ve eminim o da sonuçtan memnundur:)

Kitabı okumuş olan veya olmayın filmi izleyin derim, distopik ve bir sistem eleştrisi olan bu hikaye ile hem geçmiş hem gelecekte insanlık ve hükümet sistemleri konusunda sizi düşündürmeye yetecek.

Kitap ile ilgili Mart 2010'da yazdığım yazıyı aşağıda bulabilirsiniz...

Son zamanlarda hızlı okunma rekorunu kırdığını düşündüğüm bir kitap. Okuyan kişilerin çoğunun yorumuna bakıldığında elden düşüremediklerini, bitirene kadar bütün işlerini ertelediklerini belirttikleri bir roman. Bana soracak olursanız, bende farklı bir şey söylemem doğrusu, gerçekten çok sürükleyici ve merak uyandırıcı bir kurgusu var. Yazım dilinin sade ve akıcı olması da okunurluğunu kolaylaştırıyor. Bu iki parametre birleşince de kitap elden düşmez oluyor haliyle.

Açlık Oyunları aslında, Suzanne Collins tarafından yazılmış olan bir üçlemenin ilk kitabı. Yalnız bu üçlemeye başlamanın şöyle bir sakıncası var, okumaya devam etmek isteyen okuyucular ikinci kitap “Ateşi Yakalamak”’ı bitirdikten sonra üçüncü kitap “Alaycıkuş”u Ağustos’a kadar beklemek zorunda kalacak.

Roman, bilimkurgu macera türünde. Hikaye, distopik bir devlet yönetiminde ve zamandan bağımsız bir dönemde ama teknolojinin çok ilerlemiş olduğu bir tarihte Kuzey Avrupa’da geçmekte. Mıntıkalar halinde sömürge olarak yaşayan toplulukların en korkulu rüyası her yıl yapılan Açlık Oyunları yarışması.

Kura yöntemiyle her mıntıkadan bir kız bir erkek çocuğu seçilip yönetim tarafından belirlenen arenada yaşam mücadelesi verecektir. Üstelik tüm halk bu yarışmaları seyretmekten çok keyif almakta ve üzerlerine bahis oynamaktadır. Hikayenin baş kahramanı 16 yaşındaki Katniss bu yarışmaya katılmak zorunda kalır ve ölüm kalım savaşı başlar.

Romanın yazarı Suzanne Colins, kitabın önsözünde bu hikaye için kendisine ilham veren öğeleri, mitoloji saplantısı, Eski Roma dönemi filmlerine düşkünlüğü ve babasının askeri uzman oluşu olarak belirtmekte.

Elbette bu oyun her okura Gladyatörleri anımsatacak ve bu tarz vahşetin tarihte varolduğunu gözler önüne serecek, daha büyük kapsamlı düşünüldüğünde ise savaşlar da insanların çaresizce arenada yerini alıp öldürmek zorunda kaldığı zamanlar olduğunu hatırlatacak.

Kitabın başlarında, insanlara yapılan bu haksızlığı ve onların çaresizce olanları kabullenişini ağır bir dram olarak hissederken, oyunlar başladığında havaya girip kanlı şiddet sahnelerine alışıverdim.

Hatta kitap bittiğinde bu mücadele daha vahşi yazılmalıydı diye bile düşündüm. Ortam insanı bir canavara dönüştürecek baskıyı yaratmakta olmasına rağmen kahramanımız kitabın sonuna kadar benliğini ve soğukkanlılığını korumayı başaracak şekilde kurgulanmış ve okuyucunun da sempatisini hiç kaybetmemekte.

Daha sert ve ürkünç sahnelerin olması gerektiğini söylemiş olmam, çaresizliğin ve hayatta kalma mücadelesinin daha derin hissedilmesi için ve ayrıca buna çok benzer bir filmi daha önce seyrettiğim içindir.

Battle Royal “Ölüm Oyunu”, 2003 yılında gösterime giren bir film. Burada da hikaye bir grup ortaokul öğrencisinin boş bir adaya götürülüp son kişi kalana kadar birbirlerini öldürmeleri gereken bir oyunun parçası olmaları ve aynı kitaptaki gibi burada da bu oyunları tüm ülkenin televizyondan seyrediyor ve zevk alıyor olması.

Romanın birinci tekil şahıs yöntemiyle yazılmış olmamasını tercih ederdim. Bu şekilde oyunun galibinin kim olacağı baştan belli olmuş oluyor, elbetteki mücadeleyi adım adım takip etmenin heyecanı güzeldi ama yine de bir anlatıcı yoluyla yazılmış olsaydı son ana kadar merakımız en yüksek seviyede olurdu. Bunun yanısıra diğer oyuncularla ilgili daha derin bilgiye sahip olur, onların duygularını ve değişimlerini yakından incelemiş olurduk.

İkinci kitap “Ateşi Yakalamak” hikayeye devam niteliğinde olup yeni bir oyunun habercisidir. Fakat bu sefer kurallar farklıdır, öte yandan yönetime karşı isyan hazırlıkları gizlice başlamak üzeredir.

Konu itibariyle ve popülaritesinin de çok olması sebebiyle yakın zamanda beyaz perdede seyretme ihtimalimiz yüksek diye düşünüyorum.