27 Nisan 2010 Salı

Birazda Nostlajik Filmler - Mutlaka Seyredin

Bu sefer 3 tane yaklaşık 60 yaşında filmden bahsetmek istiyorum. Hepsi de klasik ve en iyi 100 film içinde yer alıyor ve zevkle izlenecek filmler.
Bunlardan ilk iki tanesi Alfred Hitchcock'un.

Oyuncular: James Stewart, John Dall, Farley Granger
Yıl: 1948
Rope (Ölüm Kararı), tiyatro eserinden uyarlanan bir film. Psikolojik gerilim türünde ve hikaye tek bir mekanda geçiyor. Gerçek bir tiyatro seyrediyor hissi veren filmde neredeyse kesintisiz çekim tekniği uygulanmış. Sözlere dayalı gerilim özellikle sonlara doğru heyecanı üst seviyelere çok güzel taşıyor.

Sanırım dönem filmlerinin bir özelliği olacak, diyaloglar ve karşılıklı anlaşmalar en basit seviyede tutulmuş ve herşey en detaylı şekilde anlatılana kadar karşıdaki anlamamaya devam etmekte. Günümüz filmlerinde artık bu yöntem yerine sonuçlar az açıklamayla ve üstü kapalı diyaloglarla izleyicinin keskin zekasına bırakılmakta. O yüzden eski filmleri seyrederken bazen karakterlere "amma da gerizekalısın" demek geçiyor insanın aklından.

Filmin konusu kısaca şöyle,
İki üniversite öğrencisi, Phillip, ve Brandon, üniversiteden hocaları Rupert'ın, kendilerine empoze ettiği Nietzche'nin "Yeteneksiz kişilerin yaşamaya hakkı olmadığı" şeklindeki bir felsefesinin de etkisinde kalarak bir arkadaşlarını sadece heyecan olsun diye iple boğarak öldürürler. Cesedini de kaldıkları lüks apartman dairesinde salonun tam ortasındaki antika bir sandığa yerleştirirler; bununla da kalmayıp entellektüel alanda kendilerine örnek aldıkları felsefe hocalarını, kurbanın ana babası ve nişanlısının da aralarında olduğu bir grup insanı eve yemeğe davet ederler. (Wikipedia'dan alıntı)

Oyucular: James Stewart, Kim Novak, Barbara Bel Geddes
Yıl: 1958
Vertigo (Ölüm Korkusu) "kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli" filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi'nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir.
Filmde kullanılan, geri giden kameranın zoom yapması tekniği, sinema tarihine Vertigo Hareketi olarak geçmiş ve günümüzde oldukça moda olmuştur.

Genel olarak ağır işleyen bir film bence. Konu içinde karakterlerdeki değişimler ve dönüşümler çok başarılı. Yine dönem filmlerinin tarzı olan kameraya bakar yönde ve birbirlerine sırtı dönük konuşmalar mevcut, eski türk filmlerinde de vardır bu, tiyatro sahnesi kullanımı gibi.
Merak uyandıran bir konusu ve sonuna kadar sıkılmadan izlenecek bir hikayesi olmasına karşın gerilimi çok yüksek seviyede değil.
Konusu kısaca şöyle,
San Francisco polislerinden Dedektif Scottie Ferguson,  bir suçluyu kovalarken damdan düşen ortağını kurtaramaz ve kendisinde yükseklik korkusu başlar. Polisliği bırakan ve özel dedektif olan Scottie'yi, eski okul arkadaşı Gavin Elster karısını takip etmesi için tutar. Arkadaşının anlattıklarına göre eşi bazen sanki içine kapanıyor, alışık olmadık davranışlar sergiliyordur. Scottie arkadaşının karısı Madeleine'i  izlemeye başlar. Gerçekten de kadın garip davranmakta, bir resim müzesindeki özel bir resim önünde, resme bakarak saatlerini geçirmektedir. Dedektif resimdeki kişinin geçen yüzyılda yaşayan bir asilzade kadın olduğunu öğrenir. Madeleine ise tamamen bu kadını kendine örnek almakta onun gibi giyinmekte, onun gibi olmaya çalışmaktadır, hatta onun yaptığı gibi intihar etmek istemektedir! Scottie olaylara derinlemesine inince kendi akıl sağlığı da bozulmaya başlar ama sorunu da çözmeyi başarır. (Wikipedia'dan alıntı)



Yönetmen: Sidney Lumet
Oyuncular: Henry Fonda, Lee J. Cobb
Yıl:1957 
12 Angry Man (12 Kızgın Adam), filminde de aynı Hitchcock'un Rope filmindeki gibi neredeyse tek bir mekanda çekim yapılmıştır.

Bu film yüksek lisans eğitimlerin veya bazı şirket seminerlerinde pazarlama teknikleri ve ikna yöntemleri için örnek olabilecek bir hikayeye sahiptir ve kullanılmaktadır. 

Karakterler hakkında jestler, imalar ve olaylara yaklaşımları dışında geçmişleri ile ilgili fazla birşey bilmeyiz fakat film boyunca düşünce gelişimlerine tanık oluruz. Gerçektende hiç kopukluk yaşamadan bir fikrin nasıl çürüdüğüne ve insan önyargısının nekadar tehlikeli olduğuna şahitlik ederiz.

Hikaye bir cinayet davasındaki yargıcın jüriye talimatlar verdiği kapanış konuşmasının sonrasında başlar. Amerikan yasalarına göre jürinin kararı (suçlu ya da suçsuz) oybirliği ile alınmalıdır. Oybirliği ile alınmamış olan karar jürinin kendini fesetmesi ve davanın yeniden görülmesi anlamına gelir. Jürinin karara bağlaması gereken konu şehrin fakir bölgesinde yaşayan bir çocuk zanlının babasını öldürüp öldürmediğine karar vermektir. Jüri ayrıca sanığın suçlu bulunması halinde uygulanacak cezanın idam olacağı (elektrikli sandalye) konusunda bilgilendirilir. Sonrasında on iki jüri üyesi davayı tartışacakları ve birbirlerinin kişiliğini tanıyacakları jüri odasına girerler. (Wikipedia'dan alıntı)

23 Nisan 2010 Cuma

Görselim Sanatım


Gelin beraber Kadıköy'e gidelim, yeni öğrenmeye çalıştığım makinamın vizöründen, ilk deneme kolaj çalışmamla beraber.

Havaların ısınmasıyla Kadıköy'de vakit geçirmenin keyfi bambaşka. Bir yanda sahaflar, bir yanda balıkçı çarşısı, ve minik bir Nevizade örneği olan harika kokular yayan restaurantlar sokağı.

Şimdi biraz da fotoğraflar anlatsın.. (Üzerlerine tıkladığınızda büyütebilirsiniz)









22 Nisan 2010 Perşembe

Film Festivalinden DVD önerileri

Film festivalini dvd'den takip etmeyi düşündüm bu yıl. Anadolu yakasında sadece Kadıköy sinemasında olması nedeniyle ve istediğim filmlerin saatlerini uydurmada zorluklar yüzünden İKSV'nin sayfasından filmler hakkında bilgi alıp, dvd siparişlerimi vermiştim. Gerçi hepsini bulamadım, bulduklarımın da hemen hepsini seyretmedim ama bugün iki filmden bahsedicem.

Bunlardan bir tanesi Ejderha Dövmeli Kız. Kitapçıların raflarında da bu ara boy gösteriyor, mutlaka görmüşsünüzdür. İsveçli yazar Stieg Larsson tarafından "Millenium Üçlemesi" nin ilk kitabı olarak yazılmış. Bol karlı, İsveç soğuğunu çokça hissettiren, polisiye, gerilim tarzında bir hikaye.

Millenium gazetesinde araştırmacı yazar olan Mikael Blomkvist hakkında dava açılır ve 3 ay hapis cezası alır, 6 ay sonra hapise girecek olan Mikael'e bir iş teklifi gelir.  Köklü ve zengin bir aile olan Vanger'lerin 40 yıl önce çözülememiş bir cinayet davasını tekrardan sorgulamak üzere Henrik Vanger tarafından ailecek sahipleri oldukları yarımadaya davet edilir. Henrik'in yeğeni, varis kavgaları nedeniyle 40 yıl önce kaybolmuş ve öldürüldüğü düşünülmektedir.   Henrik, Mikael'den aile üyelerini, geçmişlerini incelemesini ve bu olayı açıklığa kavuşturmasını ister. Paralel olarak hacker bir gençkız Mikael'in araştırmalarını gizlice incelemektedir ve bulduğu ipuçlarını ona iletmeye karar verince kendini Mikael'in yardımcısı konumunda bulur. Derinlere indikçe tarihte birdizi cinayetin birbirine bağlı olduğu ve ortaya sapık düşünceler ve ilişkilerin yaşandığı bir geçmiş çıkar.

Film yaklaşık 2,5 saat sürüyor ve hız kesmeden ilerliyor, gerilim, merak seviyesi hep yukarıda tutulmuş, dedektiflik unsurlarının epey yeraldığı film bu açılardan bence çok tatmin edici.
Film konu itibariyle kadınların şiddete, tacize maruz kalışlarını epey uç noktalarda gösteriyor, ama birde intikam sahnesi varki çok cesurca yazılmış çekilmiş ve oynanmış.

Gelelim ikinici filme. Festivaller sayesinde değişik ülkelerin filmlerini, inceleme, seyretme fırsatı oluyor. İkinci durağım İsrail.

Bu film aslında listemde yoktu ama Müge'cim bana davetiye seçeneklerini sununca bu filmi seçtim hem de sinemada seyrettim.
Filmin adı Gözleri Tamamen Açık (Eyes Wide Open) birçok ödülün de sahibi.

Bu bir aşk hikayesi ama hiç olmaması gereken üstelik en olmayacak yerde filizlenen bir aşk hikayesi bu. Kudüs'te en tutucu inanışa sahip Ortodox- Musevi dininin mensuplarından oluşan çevrede yaşayan evli çocuklu bir adam, babasından kalan kasap dükkanını işletmeye başlar, yanına aldığı üniversite öğrencisi çırağıyla zaman içinde yakınlaşırlar,ve bu gay ilişkinin sürdürülmesi hem ahlak,hem dini inanış, hem de karşı koyması güç arzular arasında duygusal bir kabusa dönüşür.
Gay bir ilişkiyiı en uç ortamda tartışmaya açıyor film. Dini ve ahlaki sohbetlerle, ibadetlerle donatılmış filmde, erdemli bir insan olma çabasında olan ve bunun en güçlü savunucusu olan biri neden tutkularına yenik düşer .Üstelik bir gay ilişki ile. Ailesine, çevresine, kendine bile nasıl karşı gelebilir, ve dinsel inanışlarına nasıl bu kadar ters düşer davranışlarıyla. Bir insan bu kadar zayıf bir hale nasıl gelir.
Bir çıkmaz sokakda yol devam eder mi, bu soruların işleniş biçimi, oyunculuklar ve bir kültür ve inanışı izlemek isteyenlere tavsiye ederim.

20 Nisan 2010 Salı

Vavien

Gösterimdeyken birtürlü gidememiştim ve sanki ne kaçırdığımı biliyormuşum gibi hep aklımda kalan bir film olmuştu. Aylar sonra dvd’si çıktı da nihayet izledim ve çok beğendim.
Yazının devamını okumak için lütfen http://www.artimetre.com/2010/04/19/vavien/ tıklayın.

18 Nisan 2010 Pazar

Anket Sonuçları

Öncelikle katılımınız için teşekkür ederim. Önerileriniz arasında seyretmediklerim var ve mutlaka izlemek isterim.
Gök-türk: Matrix ve Yüzüklerin Efendisi, ikiside harika üçlemeler, ve sayısız defa izlemişimdir, özellikle Yüzüklerin Efendisi bir kitabın beyaz perdeye aktarımı olarak şahane bir örneği bence. Halka'yı da mutlaka izliyeceğim. Teşekkür ederim.

Ceren: Coffe and Cigarettes'i de listeye aldım hatta  Jim Jarmusch'un diğer filmlerini de araştırmayı düşünüyorum. Önerin için çok teşekkürler.

Yemekbahane: Senin hangi filmi sevdiğini biliyorum ama sanırım dublajı ben yapıp sana armağan etmek zorunda kalacağım:)


Tibet'in Annesi: Aşkın gücü sanırım biraz trajik başlayan bir film ama film ilerledikçe gerçekten etkileyici olmalı, henüz seyretmedim ama izlenecekler listesine katkın için çok teşekkürler.

Biraz Şöyle Biraz Böyle: Amelie gerçekten muhteşem bir hikaye, masal gibi, Audrey Tattoo bu filme tam uymuş, gözlük değiştirip hayata gülümseyerek bakmak için mola verip izlenmesi gereken bir film. It's A Wonderful Life filmi ise sanırım tam bana göre, merak ettim, Çok teşekkür ederim.

Nesobaby: 6 film sıralamışsın:) Genelde dram ağırlıklı filmlerin yanında bir de Nemo var harikasın:)) Saydıklarının hepsi gerçekten muhteşem filmler ve seyredilmeli  bence de (Nemo'da tabiiki) özellikle Last Emperor dediğin gibi bir gerçek hikaye, bir dönemi anlatıyor ve bir kültürü izleyebiliyoruz, bu filmi hatırlattığına çok sevindim. Teşekkürler.

Ufak bir çekiliş yapmak ve benim okumaktan çok zevk aldığım bir kitabı ona armağan etmek istemiştim.
Ceren bana ergun.sinem@gmail'den ulaşıp adresini bırakabilirsen hediyeni göndermek istiyorum. Umarım keyifle okursun.

Hepinize tekrar teşekkürler..
 

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ödüllü Anket - En İyi Film Önerisi

Bloglara heyecan katan başka bir yöntem de (Mimler gibi) belli hedeflere ulaşınca blog sahibinin bir çekiliş düzenlemesi oluyor.

Ben de kendime bir hedef koymuştum 50 yazı 100 izleyici gibi.
Şu an ki rakamlar (fiktifde olsa:) bunu gösteriyor.

Ben biraz farklı olarak bir anket yapmayı düşündüm, hem herkese fikir vermesi açısından hem de genel eğilimi görelim diye.

Size soruyorum, bugüne kadar seyrettiğiniz en iyi, mutlaka izlenmeli dediğiniz film hangisi ve sizi neden etkiledi (bunu da mutlaka belirtin lütfen.)
Not: Birden fazla film önerebilirsiniz. 

Yorumlarınızı hemen yayınlamıycam, hepsini toplu olarak yayınlıycam (18 Pazar akşamı), ve sonra bir çekilişle kazanana bir hediye vermek istiyorum naçizane.
Hediye bir kitap: Sahilde Kafka, Haruki Murakami'nin bir kitabı. Detaylı bilgi için lütfen tıklayın.

Bakalım en çok hangi film önerilecek.

The Blind Side - Sandra Bullock

En iyi kadın Oscar ödülünü kim aldı anlamadım. Sandra Bullock'mu yoksa canlandırdığı karakter mi.
Dümdüz bir oyunculuk, ivmelenemeyen duygu akışı, ne gözlerde ne mimiklerde bir anlam değişikliği.
Halbuki bu öyle karakter ki bazı duvarlara çarpıyor, şaşırıyor, üzülüyor, seviniyor olması gerekirken tek maskeyle idare edilmiş bir oyunculuk var karşımızda.

Zaten bu yıl hem en kötü oyuncu (All About Steve) hemde en iyi kadın ödülünü almış olması nekadar tutarsız işler yaptığını ortaya koyuyor.
Çok sert mizaçlı biri ve duygusal aktarımlı rollerde bence başarılı değil. Onun yerine Speed gibi aksiyon filmlerinde daha düz rollerde oynasın daha iyi.
Hele birde Blind Side'da saçlarını sarıya boyatmış (belki rol gereği olabilir) ama sert görünümü katbekat artmış.

Filmin konusuna gelince gerçek bir hayat hikayesini anlattığı için fazla birşey söyleyemeyeceğim ama birçok noktası inandırıcılıktan uzaktı bana kalırsa.

Amerikan futbulunda Milli takım oyuncusu 1986 doğumlu Michael Oher'in hayatından bir kesit senaryolaştırılmış.

Annesi uyuşturucu bağımlısı olduğu için dikkat güçlüğü çeken Michael bazı sınıfları tekrarlamak zorunda kalımış ve 9 yıllık okul yaşamında 11 okul değiştirmiş.
Amerikan sisteminde olan geçici ailelerin yanında ve bazende evsiz olarak 16 yaşına kadar gelmiş.

Çok iri ve şişman olduğundan herkes ona Big Mike der.

Film 16 yaşında iken bir geçici aile tarafından özel okula yazdırılmak istemesiyle başlar. Top oyunlarında iyi olduğu için okulun koçu müdürü ikna eder ve okula kaydı olur, elbetteki dersleri çok kötüdür. Evsiz olduğu için soğuk bir gece jimnastik salonunda kalmaya giderken Leigh Anne (Sandra Bullock), eşi ve çocuklarıyla ona rastlar ve onu evlerine götürmeye karar verir. Leigh Anne hayır işlerinde uğraşmaktadır, 10 yaşlarında bir oğlu ve 16 yaşında bir kızı vardır. Zengin ve saygın bir ailedirler. O geceden sonra Michael'la yakınlık kurmaya başlarlar ve nihayetinde onu evlatlık edinirler. Derslerinde başarılı olması için özel öğretmen tutarlar, futbol takımındaki çalışmalarında destek verirler ve takımda yer edinmesinde yardımcı olurlar. Michae, futboldaki başarısından sonra birçok üniversiteden teklif alır.

Filmde bazı noktalar biraz gerçeklerden saptırılmış. Örneğin gerçekte, Leigh Anne ve ailesi Michael'in geçici ailesi olduğunda Michael'ın futbol başarısı çok yüksekti, ama filmde bu başarısı Leigh Anne sayesinde oluştuğu ortaya konuyor. Ayrıca gerçekte Michael bu başarısından dolayı tanınmaya başlandıktan sonra Leigh Anne onunla tanışıyor.

Ayrıca filmde haline acıdıkları için evlerine aldıkları bu iri yarı zenci gence kendiyle, ailesiyle ilgili sordukları hiçbir soruya cevap almadıkları halde, nerden geldiği belli olmayan bu çocuğa yardım etmeye devam etmeleri, evde 2 çocukları olmasına rağmen korkmadan evlerinde barındırmaları bana pek gerçekçi gelmedi. Elbetteki gerçek hayatta böyle olmamış, bunlar film icabı.

Zaten filmdeki bu boşluklar Hristiyanlıkla doldurulmuş. Film boyunca Sandra Bullock'un boynunda bir haçla dolaşıyor olması, Michael'in özel okula kabulu sırasında koçun Hristiyanlığı öne sürerek müdürü ikna etmesi, ve bir iki satır arası olaylar Hristiyanların nekadar iyiliksever olduğunu vurgularcasına kurgulanmış.

Sonuç olarak, çarptırılmış bir gerçek hayat hikayesi, dümdüz bir oyunculuk, ve bol bol Hristiyanlık propagandası olan bir film Blind Side.

8 Nisan 2010 Perşembe

Son Zamanlarda Seyrettiklerim ve Önerilerim

Seyrettiğim her film için ayrı ayrı yorum yazamıyorum ama arşivimde de bulunmalarını istediğimden birikenlerle ilgili özet olarak birkaç kelam etmek istedim. Başlıyorum.

La Mome - La Vie En Rose - Kaldırım Serçesi

Yıl: 2007
Yönetmen: Olivier Dahan
Oyuncular: Marion Cotillard ve Gérard Depardieu

Ödüller: Marion Cotillard 7 ödül aldı (Oscar, Altın Küre, Prix Lumière , Golden Space Needle, Bafta, César,Czech Lion) ayrıca film 7 ayrı ödül daha topladı.

Edith Piaf'ın 3 yaşından ölümüne kadar hayatı, fakirlik yıllarından nasıl şöhret olduğu, hastalıkları, aşk yaşamı, kariyeri, yaşam tarzı Marion Cotillard'ın  muhteşem performansıyla anlatılan filmde aynı zamanda Edith Piaf'ın bildiğimiz pek çok şarkısıda bize eşlik ediyor.

Gençlik yıllarından yaşlılık haline kadar her yaşını canlandıran Cotillard'ın oyunculuğunda ,özellikle onun gibi kambur duruşu, yürüyüşü, her durumda yüzünde oluşan kocaman gülümsemesi, konuşma tarzı ile sanki gerçek Edith Piaf'ı seyreder gibi hissediyor insan.

Yıllardır tüm dünyada ünlenmiş bu sanatçının, kırık dökük ailesini, babannesinin genelevindeki çocukluk günlerini, sokaklarda şarkı söyleyip para toplayışını, içkinin hayatındaki vazgeçilmez yerini, ve şöhretine rağmen mütevaziliğini ve umursamazlığını seyretmek, bir dönemin, Fransa'nın ikonu, en popüler şarkıcısının hayatını öğrenmek istiyorsanız her türlü başarıyı hakeden bu filmi tavsiye ederim.

İl Postino - Postacı

Yıl: 1994
Yönetmen: Michael Redford
Oyuncular:  Philippe Noiret ve Massimo Troisi
Ülke: İtalya, Fransa, Belçika

Ödüller: Bafta, Oscar (En iyi orijinal şarkı)


Şilili ünlü şair Pablo Neruda'nın yaşamından hayâli bir kesitin anlatıldığı "Postacı" da, 1950'lerde şair Pablo Neruda siyasi fikirlerinden ötürü İtalya'da bir adada sürgündedir. Şaire bisikletiyle mektuplarını taşıyan içine kapanık, çok zeki olmayan, basit bir postacının yavaş yavaş şiiri sevmeye başlaması ve şairle aralarında gelişen sıcak dostluk anlatılmaktadır.
(Gerçek hayatta Neruda 1952 yılında İtalya'nın Capri adasında İtalyan tarihçi Edwin Cerio'nun villasında bir süre yaşamıştı, filme bu da esin kaynağı olmuştur, filmin çekimleri ise Sicilya'da Salina adasında yapılmıştır) Vikipedia'dan alıntı.

Filmde yeralan bir diyalogdan alıntı:

« Neruda: Benim şiirimle kızı baştan çıkarmışsın.
Postacı: Senin yazdığın şiirle kızı baştan çıkardığım doğru. Ama o şiir sana ait değil.
Neruda: Benim yazdığım şiirin bana ait olmadığını mı söylüyorsun?
Postacı: Evet. Şiir, yazana değil ihtiyacı olana aittir. »


Bence mutlaka seyredilmesi gereken bir film, çok dingin bir yapısının olmasının yanısıra, felsefi diyaloglarla süslenmiş ve gerçekçi bir hikaye diye düşünüyorum. Ayrıca Massimo Troisi'nin oyunculuğunu mutlaka görmelisiniz, karakter üzerine öyle güzel oturmuşki, içimden birara bu adamı acaba adadan mı buldular diye geçirmiştim.

Hoşuma giden bir diyalog daha,

"Metafor ne demek sayın Neruda?"
"Bir şey söylerken, başka bir şeyi ima etmektir sevgili Mario."
"Nasıl yani, sayın Neruda?"
Neruda denizle ilgili bir şiir okur.
"Bu şiirdeki deniz, hayatın metaforu olarak kullanılmıştır Mario, nasıl buldun şiiri?"
"Çok güzeldi sayın Neruda, sanki içinde tekne salınıyordu."
"Bak sen de metafor yaptın Mario!"
"Ne zaman yaptım?"
"Şimdi...'tekne salınıyordu içinde dedin'."
"Tekne bir metafor yani..."
"Evet..."
"Deniz bir metafor, gökyüzü bir metafor, o zaman tüm dünya, başka bir şeyin metaforu sayın Neruda..."
"Sevgili Mario bu sorunun cevabını denize girip biraz düşünmek istiyorum."
Denizden çıktığında Marioyu kendi kendine konuşur bulur:
"Metafor...Metafor"


Law Abiding Citizen - Adalet Peşinde

Yıl:2009
Yönetmen:Gary Gray
Oyuncular: Gerard Butler ve Jamie Foxx

Son zamanlarda seyrettiğim en etkili, sarsıcı polisiye, gerilim filmi. Hukuk sisteminin tartışıldığı filmde ailesini katleden iki suçulunun hukuk sistemindeki aflardan dolayı yeterli cezayı almadığını düşünen Clyde'ın zekice planlarıyla tüm hukuk sistemini de içine alan intikam yöntemi anlatılıyor.

Filmi seyreden herkesin bir tek problemi sonuyla ilgili olacaktır, elbetteki bahsetmiycem ama başta bende herkesle aynı fikirde olsam da aslında doğru son buydu diye düşünüyorum, onu da belirtmek istedim.


Harry Brown

Yıl: 2009
Yönetmen: Daniel Barber
Oyuncular: Michael Caine
Ülke: İngiltere

Yine bir intikam filmi sayılabilir, bu sefer işbaşında yaşlı ve emekli bir donanma askeri var. Güney Londra'da otoyol kenarında şehirden uzak bir semtte uyuşturcu çetesinin korku saçtığı ve polisin kayıtsız kaldığı bir bölgede en yakın arkadaşı katledilince kendisi duruma el koymaya karar verir.
Uyuşturucunun ve şiddetin etkisinin çarpıcı görüntülerle verildiği bu filmde konu bir müddet belli bir yavaşlakta ilerlerken bir müddet sonra tırmanışa geçiyor. Ama yine de bana bazı sahneler çok uzun geldiği için filmi hızlı ilerletmek durumunda bile kalmıştım.



Doubt - Şüphe

Yıl: 2008
Yönetmen:  John Patrick Shanley
Oyuncular:  Meryl Streep ve Philip Seymour Hoffman

Ödüller: Critics' Choice En iyi Kadın Oyuncu, Dallas-Fort Worth Film Critics Association En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu, Houston Film Critics Society (2 ödül), National Board of Review (2 ödül),  Palm Springs International Film Festival, Phoenix Film Critics Society, Screen Actors Guild, St. Louis Gateway Film Critics Association, Washington D.C. Area Film Critics Association

Film 1964 yılında, Bronx'da St. Nicholas Kilisesi'nde geçmektedir. Ülke politikasındaki değişimin kilise camiasını da etkisi altına almasıyla okula ilk kez siyahi bir öğrenci alınmıştır. Rahibe Aloysius, kilisenin katı geleneklerini yıkmak için çaba gösteren Peder Flynn'in bu yeni öğrenciye karşı olan aşırı ilgisinden şüpheye düşer. Bu şüphe, Peder ve Rahibe arasında müthiş bir irade savaşı başlamasına sebep olur. (Vikipedia'dan alıntı)

Filmde Peder 3 kere vaaz veriyor, hepside o kadar etkileyici ki, özellikle film bittiğinde başa dönüp ilk vaazı tekrar seyretme hissi uyanıyor insanda.

Film aslında bir tartışma konusu gibi.
Birşey hakkında şüpheniz varsa bu ispat edilene kadar bu şüphe vicdanınızı hiç rahat bırakmayacaktır. Şüphe duyulan kişiden daha çok baskı ve stress altında olacaksınız
.
Film işte bu mücadeleyle geçiyor, peki biri sizden şüpheendiğinde onu şüpheleriyle başbaşa bırakıp hiç savunma yapmazsanız ne olur.
Filmin sonu ile ilgili herzaman keyifli bir tartışma yaşayabilirsiniz.

7 Nisan 2010 Çarşamba

The Imaginarium of Dr.Parnassus

Hikayeler anlatıldıkça dünya varolmaya devam edecektir, diyor Dr. Parnassus, bin yaşındaki keşiş.

Peki ya birgün şeytan gelip de hikayeleri anlatanların ağzını mühürlerse, ne olur, hiçbirşey! Çünkü dünyanın herhangi biryerinde mutlaka hikaye anlatan biri olacaktır. Dr. Parnassus’un da hikayesi anlatılmalıdır. Terry Gilliam harika görsel efektlerle hayalgücünün yansıdığı bu dünyaya şeytanla köşe kapmaca oynamak için bizi davet ediyor.
Yazının devamını okumak için lütfen http://www.artimetre.com/2010/04/07/the-imaginarium-of-doctor-parnassus/ tıklayınız.

4 Nisan 2010 Pazar

Dinmeyen Alkışlar - Cahide Sonku kimdir

Cahide Sonku kimdir?

Bir dönemin yıldızıdır. Ama yükseklere çıkmanın zorluğuna yenilmiş ve sonunda kendi kendini yok etmiş bir yııldızdır. Bir yıldızın kayışını izlemek, bir dönemi yakından tanımak istiyorsanız Dinmeyen Alkışlar tiyatro oyununu gidebilirsiniz.

Dinmeyen Alkışlar, Şehir Tiyatrolarından bir oyun. Bu oyun ile Cahide Sonku'nun hayatının yanısıra Türk tiyatro ve sinemasının önemli isim Muhsin Ertuğru'lu da yakından tanımış oluyorsunuz. Her nekadar oyunda adı "Başrejisör" olarak geçsede o aslında Muhsin Ertuğrul. Türk Tiyatrosunun disiplinli, prensipli, ilerici, yenilikçi, büyük ustası.


Ben Türk filmleri çok sever biri olarak Cahide Sonku ile ilgili çok şey bilmiyordum açıkçası. Belkide yaşım itiabariyle olabilir. Aslında 1933 ve 1971 yılları arasında birçok filmde rol almış olmasına rağmen son dönemde kariyerinde düşüşe geçtiği için yan rollerde oynamış (Ayşecik filmleri vb) bu yüzden de bizler onu filmlerden çok hatırlamıyor olabiliriz.

O aslında çok cesur bir kadın, 30'lu yıllarda tiyatrolarda sahne almak, sarı saçlarıyla cesur kıyafetleriyle en iddialı en cüretkar rolleri oynamak o dönem için mücadele gerektiren birşey olsa gerek.

Muhsin Ertuğrul'un keşfetmesiyle Türk tiyatro ve sinema tarihinde haklı bir ün ve başarı sahibi olan Cahide Sonku, hayatını oyunculuğa adamış fakat kendisine bile ağır gelen bir yükaltına girdiğini çok sonraları farketmiş. Tatlı tatlı esen bu şöhret rüzgarı zamanla fırtınaya dönüşüp onu alabora eder hale gelmiş.

Cahide Sonku 1916'da Yemen'de doğar daha sonra İstanbul'a gelirler. 16 yaşında o zamanın konservatuarı Darülbedayi'ye girer.  Oynadığı bir oyunda Muhsin Ertuğrul'un ondaki yeteneği ve güzelliği fark etmesi üzerine Şehir Tiyatroları'nda çalışmaya başlar.

Muhsin Ertuğrul'un direktifleri üzerine bir star olma yolunda ailesini ,arkadaşarını, özel hayatını bir kenara koyarak sanat aşkıyla çalışmaya başlar.

Gerçektende başarısı, güzelliği herkesi büyüler. Ama hiçkimse yalnız yaşayamaz, doğal olarak O da dönemin en meşhur oyuncularından, Talat Ertemel ile evlenir.

Talat Bey, içki içmeyi seven, kadınların gözdesi bir adamdır. Cahide Sonku, işine fazla düşkün olduğundan zamanla aralarında sorunlar yaşanır. Ve nefret ettiği içki hayatında yer almaya başlar. Boşanırlar.

Daha sonra çok zengin işadamı İhsan Doruk'la evlenir. Çok şaşalı bir hayat yaşanmaya başlanır. Dedikodular dur durak bilmez. Ayakkabısından şampanya içirten kadın denir. İhsan bey ona hayrandır, ama aynı zamanda iş anlaşmalarında başarı sağlamak üzere, Cahide Sonku'yu kullanmak ister. Bu durumdan memnun olmayan Cahide Sonku boşanmak ister. Bir kızları vardır.  Fakat boşanmadan sonra İhsan bey kızını odan uzaklaştırır.

Sonku film'in sahibidir ama bir yangın sonucu herşeyini kaybeder. İçki problemi iyice artar. İş yaşamındaki disiplin de bu yüzden bozulur. Teklif almamaya başlar. Para sorunları baş gösterir. Fiziken çöker. Son zamanlarda parasızlıktan ispirto içtiği söylenir.
Yaşamayı arzu ettiği tek şey vardır, sahnye çıkmak ve alkışlanmak, ama bu artık çok zordur.

Oyun tarafsız kalmaya çalışarak Cahide Sonku'yu ve dönemi ortaya koymayı başarıyor. Oyuncu Aslı Seçkin gerçek Cahide Sonku'ya benzerliğiyle dikkat çekiyor.

Ben yeri geldiğini düşünerek o dönemde yaşanan bir anıyı da hatırlatmak sitiyorum. Muhsin Ertuğrul ve Atatürk arasında gelişen bir anı bu. Muhsin Ertuğrul'un eşi Neyyire Neyir tarafından anlatılmış. Alınıtılıyorum.


"O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin Ertuğrul Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul'un da düşmanı çoktu.


Bir gece Dolmabahçe’den Atatürk'ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. Atatürk 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar Atatürk geldiğinde Muhsin Ertuğrul'un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar.


Atatürk:


"Yaaa, öyle mi, Muhsin Ertuğrul'la görüşürüz” dedi. Herkes Muhsin Ertuğrul'un işinin bittiğine inanıyordu, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlamıştı. Atatürk piyesin bitiminde Muhsin Ertuğrul'u ayakta karşıladı. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söyledi:


"Sizi tebrik ederim, işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini cidiye aldığınızı gösterir. Biz geç kaldık, siz vazifenizi yaptınız. Eğer birtek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasydınız, bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi. Ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum, ülke ancak böyle ilerler efendiler " demez mi. Etraftakilerin suratları görülmeye değerdi o sırada...

Not: Hıncal Uluç anlatmıştı bir programda bu anıyı devamında şöyle olmuş. Birinci perde bitiminde Atatürk salonda yerini almış. Muhsin Ertuğrul'da sahneye çıkmış ve "arkadaşlar birinci perdeyi tekrar oynuyoruz demiş."

1 Nisan 2010 Perşembe

Gelsin ödüller gitsin ödüller

Daha öncede belirttiğim gibi bu Blogger camiasının raconlarından biride mimler ve ödüller.

Bana, bilmem kaç kişiye forwardlanınca şans getirici, dilekleri gerçekleştiren mailleri anımsatıyor, öyle postaları hiç okumam ve forwardlamam açıkçası ama bloglardaki durum farklı, hoşuma gidiyor ve de merak ediyorum doğrusu kimin başlattığunı.

Oturup takip ettim, bloglar arasında salındım ilk hangi blog başlatmış diye ama neyazıkki bir blog'un verdiği link açılmayınca tıkandım. Bu bir saadet zincirnede benziyor aslında, piramit sistemi gibi, bir kişi 7 kişiye yayıyor durumu onlardan 7 şer başkasına, olay exponansiyel büyüyor, dolayısıyla aynı blogun aynı ödülle onurlandırılması ihtimali de yükseliyor:)

Neyse bu kadar irdelemeden sonra, hemen oyuna dahil oluyorum.

Çok içten, samimi ve ilginç yazılar yazan ve benim yazılarıma da güzel mesajlarıyla eşlik eden Nzn (don't worry be happy-nzn) beni Yaratıcı Blog Ödülü sahibi yaptı. Beni düşündüğü için ona çok teşekkür ederim.

Şimdi bu ödülü haketmenin kuralları şöyle,

* Sizi ödüllendirene teşekkür edin.
* Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın.
* Ödülün logosunu yayınlayın.
* 7 yaratıcı blogger ödüllendirin.
* 7 blogun linkini yayınlayın.
* Ödüllendirdiklerinizi haberdar edin.
* Kendiniz ile ilgili 7 ilginç şey yazın.


Pazardan aldım1 tane eve geldim 7 tane, bir tanecik ödülümü 7 eşit parçaya böldüm ve dağıtıyorum. (Hepinizi ilgiyle ve merakla takip ediyorum onu da belirteyim )

Dışavurum
Kolay hayatlar
Biraz Şöyle Biraz böyle 
Ne öyle ne böyle
Tibet diyarı
Serablog
Çoban Yıldızı

O zaman benimle ilgili 7 ilginç (mi) şey,

* Telefon çaldığı zaman açmayı hiç sevmem
* Eve gelince ellerimi yıkamadan rahat etmem, ellerimde görünmez bir ağırlık hissederim
* İçinde denizanası olan bir denize hayatta girmem
* Sabah alarm çaldığında hemen kalkarım ikinciyi hiç çaldırmam
* Geometri bilgisi gerektiren hiç bir işi yapamam
* Uykum gelince çok sinirli olurum
* Evde çikolata varsa aynı gün bitirmezsem rahatsız olurum.

Sevgiler