31 Aralık 2010 Cuma

Coen Kardeşlerden Seçmeler

Yeniyıla nasıl girersen öyle devam eder beylik cümlesini duya duya söyleye söyleye gerçek olduğuna inanıcaz neredeyse, e ozaman bende blog arşivime hemen birkaç film alıyım ki seneye de bol bol film seyrdip arşivimi doldurayım.
Bir iki haftadır şans eseri üst üste Coen kardeşlerin filmlerini izledim.
Sıradan başlıyorum,

The Man Who Wasn't There (2001)
Oyuncular: Billy Bob Thornton, Frances Mac Dormand, (Scarlett Johanson bile var ilgililere duyurulur)
Tür: Neo-noir

Film geleneksel sinematografik stil ile ve siyah beyaz çekilmiş. Kara film türüne de uygun bu anlamda. Hikaye 50'li yıllarda Santa Rosa California'da geçmekte ve sanki Hitchcockvari bir hikaye ve sunumla aynı zamanda o dönemde çekilmiş hissi yaratılmış.

Ed Crane, başkarakter. Hikayeyi geçmişe dönük olarak onun ağzından dinleriz.
Yıllardır kayınbiraderinin yanında kalfa olarak berberlik yapmakta. Çok konuşmayan durgun bir tiptir. Tam da tersine karısı Doris canlı, havalı, hoşbir kadındır ve bir mağazada çalışmaktadır.
Ed, karısının patronuyla ilişkisi olduğundan şüphelenmektedir.

Bir gün berber dükkanına gelen müşterisinden kuru temizleme sisteminin çok iyi bir yatırım olduğunu öğrenir ve bu işe ortak olmak için gereken parayı şantaj yoluyla karısının patronundan almaya karar verir.

İşte tipik bir Coen filmi başlamak üzere. Siz de Coenlere aşinaysanız böyle bir girişi olan filmin nerelere gideceğini tahmin ediyorsunuzdur. Yine de gelişmeleri seyrederken hem meraklandırıcı hem de kuvvetli bir senaryoya sahip olduğuna eminizdir.

Açıkçası ben çok zevkle izledim. Ed Crane eli hep büyük kağıtlarla dolu bir el almaz oyuncusu gibi.
Kendi iplerini eline hiçbir zaman almamış bir adam birgün buna son vermek istiyor ve kırdığı kabuğu ona binbirtürlü bela getiriyor. Dramatik bir konu yine Coenlerin elinde mizahi bir bakış açısıyla ama hiç de göze sokulmadan ele alınmış.
İzleyicinin başından itibaren Ed Crane'e sempati duyması ve onun sefil hayatından çıkması için yaptıklarını onaylatan bir algı oluşturulmuş, gel gör ki, izleyiciyle birlikte Ed beklenmedik bir sürü olayın içinde kalacak ve bu durumda vijdan hesaplaşaması bile yapacak.

Burn After Reading (2008)
Oyuncular: George Clooney, Frances Mc Dormand (tabii ki), John Malkovich, Brad Pitt
Tür: Kara Komedi

Birkere herşeyden önce oyunculara baktınız mı? Birde filmdeki olayların absürdlüğnü görseniz.

George Clooney bu filmde "The Men Who Stare At Goats" filmindeki gibi komik bir karakteri canlandırıyor. Aynı o filmdeki gibi kaşı gözü ayrı oynuyor ve mimikleriyle pek de güzel hakkını veriyor bu rolün.
Film baştan sona bir çıkmazda. Saçmalıklar üst üste, şöyleki,
John Malkovich (Osbourne Cox) alkoliklikten, şifre bölümünde çalıştığı CIA'den kovulur ve hatırlarını yazmaya karar verir.
Evde baskın karakter karısının yanlışlıkla kopyasını aldığı bu hatıralar spor klübü çalışanlarından Brad Pitt ve Francess'in eline geçer. Onlar bu bilgilerin çok değerli olduğu inancıyla kendi sefil hayatlarında ihtiyaç duydukları parayı almak üzere şantaj yoluna giderler.

Ve işte yine şantaj, yine Coenler, yine sefil hayatlar ve yine bintürlü yanlış anlamalar.
Yalnız bu film o kadar komik ki, diğerlerinden bu özelliğinden dolayı ayrılıyor belki de.

Herkesin birbirinden habersiz birbiriyle ilişkide olması mı komik, Geaorge Clooney'nin şüpheci tavırları ve sebep olduğu salaklıklarmı komik, (ya da gizli projesi mi desem), zavallı Osbourne'un başına gelenlerin pişmiş tavuğun başına gelmemesi mi desem ya da CIA çalışanlarının tüm olayları uzaktan anlamsızca ve dumur vaziyette izlemeleri mi...

Bir de A Serious Man'i izledim ama ona ayrıca değinmek istiyorum,

Şubat ayında Ceoenlerin yeni bir filmi gelecek. True Grit adındaki bu film bu sefer bir Western filmi. Amerika'da gösterime girdi sanırım. Şubatta Berlin Film Festivalinin açılış filmi olacak.
Oyunculara dikkat: Jeff Bridges, Matt Damon, Josh Brolin, yapımcılar arasında Steven Spielber'de var.
Sanırım sinemada seyretmek iyi olur

30 Aralık 2010 Perşembe

Manevi Senetlerim

Bu yıl çocukluğumuza geri döndük  pek değerli blog arkadaşım Leylak Dalı sayesinde.
Birçok kişiyi organize ederek, yılbaşı kartı etkinliğini yürüttü. Ben de böylece hem yeni blog yazarlarını tanımış oldum hem de onlardan gelen kartları posta kutusunda görünce değişik bir sevinçle yılı kapatıyorum.

Şu ana kadar gelen kartlarımı birgüzel dizdim ve fotoğrafladım, daha yolda da kartlarım olduğunu düşünüyorum onları da geldikçe sergime katarım.

Her kart birbirinden sevimli ve çok güzel dileklerle dolu. Define Adasına, Müge'ye (İçimden Çağlayanlar), Sabunlarım'a, Kara Kitap'a, Nihan Sarı'ya, Birazşöylebirazböyle'ye, Hüznün Tadı'na, Bir Dilim Sohbet'e, Hepsüslüydüm'e, Lezzetli Somunlar'a, Lalenin Bahçesi'ne, Selma Er'e ve Macera Kitabım'a hayatıma kattıkları bu güzel anılar için çok teşekkür ederim.

Yalnız özellikle etkinliğin evsahibesinden aldığım karttaki çok özel bir şiiri paylaşmak istiyorum.
Leylak dalı o kadar ince düşünceli ve harika buluşları olan biri ki, şöyle bir hoşluk hazırlamış bana.
Talat Halman'ın "Eski Uygarlıkların Şiirleri" antolojisinden rastgele bir sayfayı açıp çıkan dizeleri kartıma yazmış, o kadar da anlamlı ve mesaj doluki kartım da kalmasın herkes okusun istiyorum.
Bir de beni düşünerek el emeğiyle hazırlamış olduğu çok değerli bir yılbaşı hediyesi eklemiş zarfa.
"Beni çok mutlu ettin sevgili Leylakçım her okuduğum kitapta severek kullanacağım, çok çok teşekkür ederim."
Bütünlüğe Ermek

Alçakgönüllü ol
Bütünlüğe kavuşursun
Dosdoğru olursun yere eğersen kendini

Çukur ol, dolarsın
Onarılırsın kırılırsan
Malın az mı, zenginsin demektir
Malın çok mu, çökersin er geç
......

Ne güzel söylemiş atalarımız
Bütünlüğe ermek için
Gerçek varlığa dönmeli insan

Hepinize Şansınızın Bol Olduğu Mutlu Yıllar.......



29 Aralık 2010 Çarşamba

28 Aralık 2010 Salı

Yeniyıl Mimi

Sevgili Müge tarafından ebelendim:) Çok hoş bir mim. Bir yıllık muhasebe yaptırıyor insana. Alacak verecek kalmış mı, yeni yatırım projeleri var mı, yıpranma maliyetleri, amortismanlar, hurda değeri, yıllık giderler, gelir projeksiyonları ay pardon:) yine düşünmeden klavyeyde gezince parmaklar bunları yazmışlar. Ne zamandır fizibilite çıkarmıyorum, kendimin kişisel yıllık analizimi yapayım bari. İşte sorular,

2010 yılında mutlu olduğunuz şey nedir?


Sağlıkla, sevgiyle geçirdik. Bundan başka mutluluk kaynağı aramaya gerek yok zaten.
2010 yılı sizin için nasıl bir yıldı?

Üretken bir yıl oldu benim için. Kendim için vakit ayırdım. Öncelikle blog sahibi oldum. Yazı yazma alıştırmaları yaptım bu yıl boyunca. Blogum sayesinde bir çok da arkadaş edindim.

Ajanda dergisini kurduk arkadaşlarımla, hayatımıza heyecan kattı, uzun zamandır takım çalışması içinde değildim tekrardan bunu bana yaşattı, birbirimizi kutladık heray, hiç tanımadığımız insanlardan övgüler duyduk, kendimiz de dahil pek çok şey öğrendik.
Bloguma yazma hevesiyle birçok film seyrettim hem de eskiye göre daha şuurlu bir şekilde, artık filmlerin yönetmenine, tarzına, kalitesine dikkat eder oldum. Yalandan da olsa filmler konusunda atıp tutar oldum:)

2011'e nasıl girmek istersiniz?

Yılbaşı gecesiyse bu soru, geniş çaplı bir aile toplantısıyla kutlayacağız. Ama genel olarak benim yılbaşı gecesi konusundaki düşüncem hep bu gecenin özel bir şekilde kutlanmasının gereksiz olduğudur. Yani niye bu gece yemek festivaline dönüşmek zorundadır, niye 15 çeşit meze, kuruyemiş ve meyva şartı vardır bilemiyorum. Zaten artık herzaman  herşeyi yiyebilir bir zamanda yaşıyoruz. Ne savaş var ne kıtlık, sanki bir yıl boyunca kuruyemiş yiyemiyormuşuz veya o kadar yemeğin ve tatlının üstüne birde meyvaya yer kalacakmış gibi alışveriş yapmanın alemi ne bilemiyorum. Neyse ben güzel güzel yazmaya devam ediyim cevaplarımı, sakin olayım biraz:)

2010 yılında yapmayı isteyip yaptıklarınız ve yapamadıklarınız nelerdir?

Yapabildiklerim
Doruk'a tuvalet eğitimi vermekti, geçen hafta başladık, verdim sayıyorum, sürekli çişli pantalon yıkasamda:)
Sevgili arkadaşlarımla Ajanda dergisini kurup keyifle devam ettiriyoruz.
Hedeflediğim kadar film seyrettim, kitap okudum
Kıyafet dolabımı düzenledim, çok zor olsa da eski kıyafetlerimi ayırdım helalleştim ama ihtiyacı olanları verdim, o yüzden memnunum.

Yapamadıklarım
Hergün en az bir meyva yiyemedim, en azından bir elma hedeflemiştim ama olmuyor, aklım ve elim hep tatlıda
Dolayısıyla kilo aldım veremedim
Spor yapamadım, her sabah en azından birkaç hareket yapıyım diyorum onu da yapmıyorum, yaşam kalitemi düşürmeye bilinçli olarak devam ediyorum
Bazı arkadaşlarımla daha çok vakit geçirmek isterdim
Buz pateni yapmayı öğrenmedim
Kurdele nakışı bu yıl hiç yapmadım, Doruk'a süveterde örmedim (elişi dersinden sıfır verdim kendime)
Daha fazla düşünmeyeceğim moralim bozulur falan boşveriyorum:)

Önmli Not: Yukarıdaki çizimi çok sevgili arkadaşım Şulecim çizdi ona göre:)))

Şimdi ebeleme sırası bende, işte ebelediklerim,

Banu ( http://www.birazsoylebirazboyle.blogspot.com/ )
Ceren ( http://www.neoyleneboyle.blogspot.com/ )
Müge ( http://www.yemekbahane.blogspot.com/ )
Seda ( http://www.sedasolar.blogspot.com/ )
Şule ( http://www.susuoykusu.blogspot.com/ )
http://www.kolayhayatlar.blogspot.com/

27 Aralık 2010 Pazartesi

Black Swan - Ödülleri Garanti!

Black Swan
Yönetmen: Darren Aronofsky
Oyuncular: Natalie Portman, Vincent Cassel, Mila Kunis
Yıl: 2010

Beklenen film nihayet dvdcilere düştü. Henüz Türkiye'de gösterime girmedi ama.
Altın Küre'de ve daha sonra Oscar'da mutlaka ödül alması beklenen ve gerçekten de alacağı ödülleri bana kalırsa hakedecek bir film.

Son zamanlarda vizyona girecek filmlerden beklediğim bir Inception vardı belki bir de Alice Harikalar Diyarında, ne yönetmen filmi olsun ne de senaryo cazibesi, başka bir filmi heyecanla beklemiyordum.

Black Swan ise Venedik film festivalinde açılış filmi olarak gösterime girdiğinden beri takipteydim.
Haftasonu ele geçirdim. Ve evet gerek senaryo düzeyi olsun gerek oyunculuklar ödül alacağı kesin gözyüle bakılacak bir film ortaya çıkmış.

Requem for a Dream, Pi, gibi akıllarda yer eden filmlerinin yönetmeni Darren Aronofsky çok üretken bir yönetmen olmasa da yaptığı işlerde ses getirmesini bilen, ve her filmiyle yarışmalarda adaylıkları bulunan biri. Ama Black Swan ile sanırım bu sefer turnayı gözünden vuracak. Ha buarada Leon filmindeki "Mathilda" rolüyle ilk olarak tanıdığımız Natalie Portman'ın bu rolü kotarmak için epey çalıştığı apaçık. Neredeyse çoğu sahnede yakın plan yüz çekimi ve verdiği anlamlı ifadelerle o kadar başarılıki değinmeden geçmeyelim.

Bu kadar reklamdan sonra niye böyle etkilendiğimi anlatayım biraz.

Filmin açılışı Kuğu Gölü balesindeki beyaz kuğunun büyücüyle olan dansıyla başlıyor. Fakat anlıyoruz ki bu sadece bir balerinin rüyasıymış.
Nina, New York bale topluluğunun balerinlerindendir ve en büyük hayali Kuğu Gölü balesinde kuğu kraliçesi rolüne seçilmektir.
Günlük çalışmaları sırasında bale hocaları Kuğu Gölünün hikayesini anlatır.

"Bir prenses kötü bir büyücü tarafından büyülenmiş ve bir kuğuya dönüştürülmüştür. Sadece geceleri insan olabilen Odette'in bu büyüden kurtulmasının bir yolu vardır. Gerçek aşkı bulmak.
Birgün bir prens onun güzelliğinden çok etkilenir ve ona aşkını sunmaya hazır olduğunu söyler. Fakat büyücü kızı Odil'i Odette kılığına sokup prensin aklını çeler ve kendine aşık eder.
Odette büyüyü bozmanın tek yolunun kendini öldürmek olduğunu anlar ve intihar eder."

Kuğu gölü balesinin bir özelliği Odette ve Odil rolünü aynı kişinin canlandırmasıdır. Odette yani beyaz kuğu saflığı, temiz duyguları, kırılganlığı temsil ederken, Odil (siyah kuğu) hırsı, şehveti ve tutkuyu temsil etmektedir.

Öğretmenine göre Nina beyaz kuğuyu çok iyi canlandırabilecekken siyah kuğu için bu duyguları verememektedir.

Ve işte şimdi film başlar.

Kuğu Gölü Balesinin, filmin hikayesi için bir ayna olduğunu anlarız.
Bu balenin yörüngesinde bütün karakterlerin saflarını tuttuğu Ninanın hayatında yaşanmakta olan bir kuğu kraliçesi metaforuyla bezenmiş çarpıcı bir senaryo.

Evet bu bir dönüşüm ve başkaldırı hikayesi, bir genç kızın tutkulu bir kadına, hırslı bir oyuncuya dönüşünü ve başarı yolundaki mücadelesini cüretkar birşekilde anlatıyor.
Gösteri dünyasının sahne arkasında yaşanan kişisel mücadeleleri, çalışma tempolarını, başrol mücadelesini, özellikle balerinlerin sahne ömrünün ne kadar kısa olduğunu dolayısıyla sahnenin nankörlüğünü de ortaya koyuyor.

Kuğu gölü gibi ünlü bir bestenin ve bale gösterisinin filme, arka planda hem görsel hem de işitsel fon oluşturuyor olması zaten sanatsal açıdan dolgunluk yaratmakta.  Bu yönüyle bile yeteri kadar etkileyici öğeyi barındırıyyor. Ama oyunculuklar aynı düzeyde olmasaydı başarı yakalanamazdı işte bu noktada özellikle Natalie Portman'ın ve daha sonra öğretmeni Vincent Cassel'in hikayenin tüm derinliğini doğrudan seyirciye geçirebilme başarısı çok büyük.

Seyretmek için ya vizyona girmesini bekleyin ya da şimdiden evde izleyin, ama izleyin:))))

24 Aralık 2010 Cuma

Blogumu özledim:) ve Prensesin Uykusu

Hergün aramayı düşünüpde birtürlü arayamadığım arkadaşım gibi oldu. Hep aklımda ama elim bir türlü gitmiyor, aradığım da da ne diyeceğimi bilemediğim.
Konu açılmışken ben telefonda konuşmayı gerçekten sevmem, evde biri varsa telefon çaldığında hiç hamle yapmam, beni bir hipnoz tedavisine alsalar kim bilir altından ne çapanoğlu çıkar bilmem:)
Hele bir de "uzun zamandır aramıyorsun" sitemiyle karşılaşmak vardır ya, tam aramışsın ilk duyduğun cümle bu olunca buz gibi soğurum bir daha da ne zaman ararım onu bilinmez.
Bloguma epeydir yazamadaım derken konuyu nereye getirdi bilinçaltım kendim de şaşırdım. aslında bu da bir terapi yöntemi, hiç düşünmeden yazmak bilinçaltımızdan gelen gizli mesajlardır. Ben de buna takmışım kafayı meğer haberim yok:)

Neyse gerçekten bu ara birşeyler yazmak istiyorum epey de film seyrettim tam bahsetmelik ama dergilerden fırsat kalmadı. Artık dergiler oldu:) Ajanda'ya kardeş yaptım.
Playbarn grubu için anne babalara yönelik acayip keyifli yazı ve paylaşımların olduğu ve ilk sayısı Ocak'ta çıkacak bir dergi bu. Tasarımını yapıyorum aynı Ajanda'daki gibi. Ama bu sefer her sayfayı boya badana, duvar kağıdı, rengarenk renklerle süslüyorum. Blog camiamizdan pek değerli yazar arkadaşlarımızda ekipteler ve nasıl güzel yazılar hazırladılar bilseniz.

Bu aralar Av Mevsimi eleştrileri ve tanıtım yazıları dolu heryerde. Bir iki hafta önce yine bir başa Türk filmi daha vizyondaydı. Çağan Irmak'ın Prensesin Uykusu filmi. Sanırım çok ses getirmedi bu film. Türk filmi merakımdan gidip seyrettim. Genel olarak baktığımda pozitif yaklaşımın önemini vurgulayan bir hikayeye sahip.
Fantastik öğelerle de süslenmiş zaman zaman ama çok zorlamamışlar bu yönden. Görsel olarak fark yaratılmaya çalışılmış, masalsı yaklaşımlarda bulunulmuş ama bence havada kalan ve bütünde yer bulamamış üvey evlat sahneler bunlar. Birtek Aziz'in çocukluğunun anlatıldğı animasyon çok güzeldi hakkını vermek gerek.

Açılışta tanıştığımız Aziz karakteri iyimser düşüncenin temsilcisiyken komşusu Seçil ise kötümserliği temsil ediyor. İkisi de hayatta hep mücadelesi olan karakterler. Aziz babasının annesini öldürmesi üzerine yetimhanede büyüyen ve oradaki arkadaşıyla bir evi paylaşan kütüphane görevlisi, Seçil ise ilkokul çağındaki kızıyla kocasından kaçan bir kuaför.

Bu iki karakterin dolduramadığı senaryoyu çok zekice bir planla ve oyuncu seçimiyle dişe dokunur hale getirmeyi başarmış Çağan Imak.

Eski Yeşilçam yönetmenlerinden Kahraman rolüne Genco Erkal pek yakışmış. Onun olduğu sahneler filmin zirve yaptığı anlardı. Kahraman bey bir dönem şaşalı bir sinema hayatından sonra düşüşe geçmiş, unutlmuş, yaşlı ve yalnız yaşayan biri. Ölümü bekliyor, gel gör ki fiziken de pek sağlam. Bu durumda kendi başının çaresine kendisi bakmak durumunda ama intihar da edemiyor.

Aziz, Seçil'e kendini farkettirme ve sevdirme mücadelesinde, Seçil hastanelik olan kızının mücadelesinde, Kahraman ise ölümle pazarlık peşinde özet olarak.
İyi düşün iyi olsun fikrini sonuna kadar savunan ve örneklerle ortaya koyan bir film. Neden olmasın. Bazen bunu hatırlamak iyi oluyor. Özellikle Genco Erkal için seyredilir.

Buarada son günlerde yeni bir yönetmenle tanıştım. Bir türlü yanına gidemiyordum nasıl bir spekülasyon varsa ortamda birtürlü elim varmıyordu. Başka bir yazıda bahsedeceğim kendisinden. Bu yönetmeni ya çok sevenler vardır ya da hiç sevmeyenler. Ben şuursuzca sevmeyenlerdendim, nedenini ben bile bilmiyorum. Anladınız herhalde Woody Allen'dan bahsediyorum. Onu tanımaya başladım ve önyargının ne fena birşey olduğunu birdaha anladım:) Başka yazıda yazıcam.

Birde tesadüf eseri üst üsre Coen kardeşlerin filmlerini izliyorum bu da bir başka yazı konusu. Bunlarda hep belli kadrolarla çalşıyorlar bu da ayrı zevk veriyor. Hani Fargo'daki polis kadın var ya Frances McDormand, seyrettiğm her filmde var mesela, aileden gibi oldu kadıncağız benim için. Ama filmler bir harika. Buna da ayrıca değineceğim.

Bugünlük bu kadar.

16 Aralık 2010 Perşembe

Canın sıkılıyorsa ayakkabılarını cilala:)



Bu ay müzikal seyretmek için çok ideal bence. Sokaklar ışıklarla süslü, pencereden baktığımda karşıki apartmanda yanıp sönen çam ağaçları gözüküyor. Dükkanlarda yeni yıl şarkıları, herkes bir telaş sevdiklerine hediye alma peşinde.


Bu ayın içinde gizli neşeli anlar pek çok.

Bu ruh haline eşlik edecek en güzel film seçenekleri elbetteki müzikaller olmalı. Çıkarın arşivinizdeki bu sevimli filmleri her şeyi birkenara bırakıp kendinize keyifli saatler hediye edin.

Fred Astaire’in “The Band Wagon”u dün akşam arşivden bana göz kırptı. Muhteşem dekorlar, harika dansçılar, eğlenceli bir konu ve elbetteki Fred Astaire’in zarif danslarını seyretme zevki çok keyifliydi.

Özellikle yukarıdaki videodaki “Shine on Your Shoes” dansı ve sözlerindeki anlamlar harikaydı.

Eğer keyfin yoksa ayakkabılarını cilala ve ayakkabılarının içinde parla….


 
Fred Astaire - Recreation Center (from the movie The Band Wagon 1953)

15 Aralık 2010 Çarşamba

Yeni bir dergi geliyor!

Ajanda'yı biliyorsunuz. Online olarak aylık hazırlıyoruz.
Sevgili arkadaşımın tabiriyle "kentli olmayı hatırlatıyor bize."
Bir ay boyunca katılabileceğiniz kültürel ve sanatsal aktiviteler, sinema, kitap paylaşımları, gezi yazıları, yemek kültürü, markalaşma sanatı gibi geniş bir yelpazede çok hoş ve keyifli yazılarla dolu bir dergi.
Severek okuduğunuzu umuyoruz:)

Ocak ayından itibaren yeni bir dergi organizasyonu daha üstleniyorum. Bu sefer anne babalara yönelik bir içeriği olacak. Playbarn kurumunun çıkaracağı bir derginin editörlüğünü ve dergi tasarımını yapacağım.

Derginin kişiliğini samimi, özgüveni yüksek, düşündüklerini rahatça tartışabilen, sorgulayan bir yapıda oluşturmayı hedefliyoruz.
Yazar ekibinde konusunda uzman kişilerin yanısıra büyük sürprizler de olacak. Ayrıca kişsel tecrübelerini samimiyetle paylaşacak ve bizim sesimiz olacak köşe yazarlarımız da var.

Tüm bunların yanısıra interaktif bir dergi olmasını istiyoruz. "Biz yaptık başardık" bölümümüz olacak. Burada her ay bir konu üzerinde okuyuculardan başarı hikayeleri toplayıp yayınlayacağız. İlk sayıdaki konu başlığımız "Çocuğunuza sebzeyi nasıl sevdirdiniz?"
Sizde bu konuda paylaşımda bulunmak isterseniz lüten sinem@theplaybarn.com.tr adresine bir iki satır yazıp 28 Aralık'a kadar gönderin.

İlk saymız Ocak ayında çıkacak. Ücretsiz olarak okuyabileceksiniz. Web adresimizi yakında duyuracağım.

14 Aralık 2010 Salı

Kartpostallar ve ben :)))

Bu yıl sevgili Leylak Dalı'nın düzenlediği kartpostal etkinliğine katıldım.

Küçükken süslü, pullu kartlar atardık birbirimize, zarfın açınca içinde düşmüş pullar dağılırdı havaya. Ellerimiz sim içinde kalırdı. Posta kutusunun dolu olduğunu görünce nasıl da sevinirdim.
Şimdilerde dolu posta kutusu nedendir bilmem (!) hiç heyecanlandırmıyor beni derken bu etkinlikle sanırım bu ay postacının yolunu gözler olacağım:)
Hatta ilk kartımı aldım nasıl da hoşluk yarattı günümde. Üstelik el emeği ile yapılmış çok orjinal bir kart bu. Taa İzmir'lerden Sevgili Nihan'dan gelmiş. Evde başköşede yerini aldı bile.

Ben de geçen gün oğluşla Kadıköy'e gidip nostaljik kartpostallar aldım. Yavaş yavaş yazıp göndermeye başlayacağım. Adres listesini Leylak Dalı'ndan aldığımda sırayla incelerken, Gaziantep, Muğla, İzmir ve Ankara'yı görmek beni çok sevindirdi, bölgem dışında da arkadaşlarımın olması ne mutluluk verici diye düşünürke Almanya ve Japonya'yı da görünce dünyanın herköşesiyle iletişimde olduğumu anladım. Artık dünya hiç de büyük değil:))

Kartpostal yazmayı da unutmuşum. Zarfa koymayarak atmayı düşünüyordum iyice nostaljik olsun diye ama kendi adresimi nereye yazıcam onu bile hatırlamıyorum:))

Bu arada eskiden internette dolaşan bir yazı vardı. Tam da bu sezona uyacak bir hikaye, hatırlarsınız mutlaka ama çok komik, beni güldürdü. Sizin de yüzünüzde gülümseme eksik olmasın:)

3 bin kartpostal nasıl yazılır

Bir dönem bir genel müdür yardımcılığı yapmış birisi anlatıyor: "Sene 1965.


Bir genel müdürlükte özel kalem müdürü yardımcısıyım.. Bayrama

10 gün var.. Benim müdür hastalandı.. İşe gireli 2 hafta olmuş, olmamış.

Genel Müdür bey beni çağırttı:

- Tebrik kartları hazır mı?.. Şaşırdım:

- Hangi kartlar efendim?

- Aman evladım, Şükrü Bey sana söylemedi mi? Bayram geldi, tebrik kartları

şimdiye kadar hazır olmalıydı. Tüh tüh.. Çabuk hemen hazırlayıverin.

- Emredersiniz efendim! dedim, ancak sabaha kadar 3 bin kartı nasıl

yazacağım? Genel müdür bey, bütün kartları çini mürekkebiyle ve en güzel

yazımla yazmamı istedi. 3 bin karttan 2 bin tanesini kendisinden makamca

alt'takilere şu şekilde yazacaktım: "Bayramını kutlar, gözlerinden öperim"

1.0 tanesi de üst makamdakilere olacaktı ve onlarda da şu ifade yer alacaktı:

"Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim."

Sabaha kadar 3 bin kart, düşünebiliyor musunuz?!?..

Çaresiz kolları sıvadım:

"Bayramını kutlar, gözlerinden öperim",

"Bayramını kutlar, gözlerinden öperim",

"Bayramını kutlar, gözlerinden öperim"

1, 5, 10, 18, 28, 58, 108, 188, 558.. Yazıyorum, yazıyorum bitmiyor!..

Nasıl sıkıntı bastı!.. 738, 918..

2,5 paket Samsun'u bu arada bitirmişim. Öyle işkence çekiyorum ki, ekmek

parası olmasa bırakıp kaçacağım. Sıra 2000. karta geldiğinde şafak

söküyordu. Ben de bitmişim ama önümde hala yığınla kart duruyor!

1.000 tane de üst makamlara yazılması gerekenler var.

4. paket sigarayla birlikte "Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla


kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim"e başladım..

Boyuna yazıyorum, göz kapaklarım iyice ağırlaştı, takoz koysam gene de kapanacak.

209, 529, 689.. Yaz babam yaz.. Ama artık kalemi parmaklarımın arasında

tutamaz oldum. Ben kaleme değil, kalem bana hakim:

"Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim."

"Sizin ve eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, sıhhatli ve başarılı günler niyaz ederim.",

"Niyaz ederim başarılı günler sizinle eşinizin bayramını kutlarken.."

"Kutlarken eşinizin bayramını saygıyla sıhhatli günler diler Niyazi ile beraber ederim.."

"Niyazi ile birlikte sizin ve eşinizin bayramını kutlarken ayrıca sıhhatle ederim.."

"Önce bayramınızı eder, sonra eşinizle Niyazi'ye başarılı günler dilerim.."

"Sizin de eşinizin de Niyazi'nin de bayramını saygıyla eder, sıhhat dilerim.."

"Sıhhatli eşinizin bayramını saygıyla kutlarken, Niyazi'ye başarılar diler aynı zamanda ederim.."

"Bayramınıza etmeden önce eşinizi saygıyla kutlar Niyazi'nin gözlerinden öperim.."

"Sizin de, eşinizin de, Niyazi'nin de, bayramını da, tatilini de, gelmişini de, geçmişini de.. saygıyla ederim.."

Sabah tam mesai saatinde, gözlerim kan çanağı bir halde kartları yetiştirdim.. Genel müdür bir-ikisine şöyle bir baktı:

"Aferin" dedi.

"Güzel yazmışsın. Hemen postalayın!" HEMEN POSTALADIK!..

3 gün sonra da önce bizim genel müdürü, sonra da bendenizi postaladılar!..

7 Aralık 2010 Salı

Dolls - Takeshi Kitano (2002)

Dolls

Senarist ve Yönetmen: Takeshi Kitano
Ülke: Japonya
Yıl: 2002

Film, bir "Bunraku" oyunuyla açılış yapıyor.

Bunraku, 17.yy da Japonya'da doğmuş geleneksel bir kukla tiyatrosu. 1m civarında olan bebekleri elleriye oynatan kuklacılar, onları seslendiren bir okuyucu ve mızrapla çalınan üç telli bir Japon çalgısı olan Şamiseni çalan çalgıcadan oluşuyor bu gösteri.

Bu etkileyici açılıştan sonra birbirlerine bellerinde uzun bir iple bağlı genç bir çifti yürürken görürüz. Eğer açılıştaki kukla tiyatrosnun iyi takip ederseniz bu geçişi çok anlamlı bulacaksınız. Bu noktada kukla tiyatrosunun devamı niteliğinde gerçek kişilerle anlatılan bir öyküyü izleyeceğimiz algısı oluşmakta.

Düz bir zaman çizgisinde ileremeyen senaryo da her sahne bir sonrakine kehanette bulunur şekilde hazırlanmış.Kahramanların hikayesine orta noktadan dahil olup, sebep ve sonuç ilişkilerini tüm filmle keşfediyoruz.

Bu aslında üç hikayenin bileşiminden oluşan bir kurgu. Birbirlerinden bağımsız hikayeler, ama küçük detaylarla kesişimler yaratılmış. Üçünün buluştuğu ortak payda ise bir aşkın sorgulanışı ve taraflardan birinin bencilce davranışı sonucu varılan noktalar.

Yönetmenin her karede neyi anlatmaya çalıştığını elbette bilemeyiz. Altyazı olarak da burada bunu söylemeye çalışıyorum bakın bu sahnede ki simgelerle şunu ifade ediyorum gibi bir yöntem yok. Bu zaten onun da umrunda değildir herhalde ama genel bir algıyı oluşturduğuna inanıyorum.
Az ve öz olayın  fikrinin verildiği ama daha çok simgelerle ve kahramanların davranışlarıyla anlatılmaya çalışılan bir film bu.

Takeshi Kitano bir röportajında şöyle demiş. "Benim genelde karamsar gri tonlarda filmler yaptığım söylenir, aslında ben renkli film çekiyorum. Bu film için harika manzaralarla dolu demeleri benim için yeterli ve memnu edici olur."

Takeshi Kaitano genelde filmlerinde rol alır fakat bu filmde almamış sbebep olarak da şöyle diyor. "Kostümler pek bana göre değildi sanırım, onları giyip dolaşmaya utanırdım."

Filmden Notlar:

-Ana hikayedeki kahramanların yürüyüşüne fon oluşturan mevsim geçişleri büyüleyiciydi. Özellikle Japonya'nın ilkbaharını muazzam bir manzarayla izleyebiliyoruz.

- Kahramanların geçmişiyle bugünü ilişkilendiren ve zamanın etkisini yansıtan küçük göndermeler etkileyciydi.

- Ve elbetteki Bunraku kukla tiyatrosu çok enteresandı. Kuklaları oynatan adamların sahnede olmaları geleneklerine na kadar sadık olduklarını ve hala bu sanatı yaşattıklarını gösteriyor, çünkü teknolojiyle kuklayı uzaktan idare etmenin mümkün olacağını düşünüyorum ama oynatıcıların orada olması ve zarif hareketleri hiç yadırganmıyor.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Aramıza Yeni Biri Katıldı:)

Ben herkesin blogu olsun istiyorum:) Önüme gelene, yeni tanıştığım insanlara sürekli "ay sizde blog açın, nasıl keyifli bişey" demekten kendimi alamıyorum. Henüz pek kimseyi ikna edemedim gerçi:) ama bu hafta sonu kuzenlerimle biraradayken onlara bir anlattım bir anlattım soluğu beraberce bilgisayar başında aldık.

Uzun uğraşlardan sonra bloguna bir isim bulduk, ve dün gece ilk yazısıyla blog dünyasına merhaba dedi.
Aslında bu merhaba biraz da kendisine olacak.

Kuzenimin yaşama yüklediği anlamları blogundan okumak benim için eşsiz bir mutluluk olacak. Böylelikle onunla sık sık sohbet ediyor gibi hissedeceğim.

Blog sahibi olmak insanın kendiyle buluşma noktası.
Buluşma yerine gelen dostlar ise paylaşmanın keyfini yaşattıranlar bana kalırsa.

Size yeni bir buluşma noktası göstermek istiyorum. Keyifle okuyacağınıza eminim.

http://tarcinvesalep.blogspot.com/

4 Aralık 2010 Cumartesi

Biraz soluk alın:) Huzurlu bir haftasonu dilerim..

Johann Pachelbel Canon in D Major fantastic version, classical music


3 Aralık 2010 Cuma

Ajanda Aralık Sayısı Sürprizli

Ajanda'nın Aralık sayısı yeni yıl konseptiyle çok keyifli.

Yeniyılın büyüsünü hissetmek için sayfamızı buradan ziyaret edebilirsiniz.

Ayrıca bu sayıda tüm çocukları bir sürpriz bekliyor:)

2 Aralık 2010 Perşembe

Özel Bir Teşekkür


Günlerdir büyük bir heyeacan, merak ve gerilimle süren öykümüzün bugün son bölümü yayınlandı.
Gerçekten son bölüme kadar tırmanan bir dizi gizemli olay, derin karakter incelemeleri, duygusal anlar, maceralar, uluslararası hatta gezegenlerarası olay örgüsü hepimize keyifle okunacak bir yazı dizisi oluşturdu.

Bu oyuna katılan herkese teşekkür etmek istiyorum.
Hepinizin benim kadar keyif aldığını düşünerek disiplinli ve özverili katılımınız için çok teşekkür ederim.
Sizleri tanıdığım için çok memnunum.

Öykünün tüm parçalarını biraraya getirerek bir dosya oluşturdum. Hatıra olarak saklamak isteyen olursa veya ilk defa okuyacak olanlar için toplu olarak okuma fırsatı olur belki.

Aşağıdaki linke tıklarsanız indirebilirsiniz.
http://www.divshare.com/download/13389506-939
Bu da hepinize küçük bir armağan olsun benden.

Sevgilerimle,

Bu Nasıl Bir Öykü (Son Bölüm) ŞOK!

İHANET BİR BİLMECEDİR


Bundan sonra yapılması gereken tek şey onlar gelmeden önce bu odadan ve Ömer’den kurtulmaktı. Plan işlemeye başlamıştı bile. Orada karar vermişti, Prof. Simon ve Ahmet ile yediği yemekte. Prof. Simon’un gırtlaktan gelen mekanik sesi ile anlattığı hikayeleri dinlemiş, gözlerinde saklı ateşi tanımış, kendini koruma içgüdüsünün verdiği imdat çağrıları ile bu adamın istediğini elde etmek için bütün bir şehri kılıçtan geçirmekten çekinmeyeceğini anlamıştı. Bu oyunun sonunda kim kazançlı çıkacaktı? Prof. Simon’u ve onun arkasındaki gücü belki bu kez atlatacaklardı. Ya sonra… Sonra ne olacaktı? Nereye kadar kaçacaklardı? Ömer’in peşinden sürüklenerek çıktığı bu yolcucukta şehrini, ülkesini terk etmişti. Şimdi de Yıldız Sistemini mi terk edecekti? Kim koruyacaktı onu? Erkin Amca’mı ? Zavallı adamı böcek gibi ezebilecek bir güç vardı karşısında. Sahi Erkin Amca kimdi? Aradan geçen bunca zamanda sonra onun hakkında ne biliyordu? Ona neden güvenebilirdi? Yıllarca Pamuk Ninem diye sarıldığı kadının bile kim olduğunu yeni öğrenmemiş miydi?

Kim koruyacaktı onu ? Ömer mi? Onun ürkek, çekingen Ömer’i mi? Yıllardır itiraf edemediği bir gerçek üzerindeki baskının etkisiyle çıkıyordu zihninin derinliklerinden. Hiçbir zaman itiraf edemediği, itiraf etmeyi sevgisine ihanet olarak gördüğü çıplak gerçek. Evet, o Ömer’i sevmişti. Ama bir kadının, bir erkeği sevdiği gibi değil. Sevgisinin içine gizlenmiş acıma duygusu, saklandığı kovuktan çatal dilini çıkartıyordu artık. Artık biliyordu, onunki aşk değildi. O, Ömer’in çaresizliğini sevmişti, ürkekliğini, korumasızlığını… O, Ömer’in kendisine bağımlılığına aşıktı. Yıllar geçip onlar büyüdükçe bir yandan Ömer’in ona olan bağımlılığı, beri yandan onun Ömer’in müptelalığına olan hayranlığı büyümüştü. Taşınamayacak bir yük kadar büyümüştü.

Kendisini nasıl bir akıbetin beklediğini bile bilemediği bir masada son akşam yemeğini yiyordu belki de. Kararını verdi. Kararını verdikten sonra kulağını işaret edip çantasından kağıt kalem çıkarması, doğru oda numarasını yazması ve yaptıkları amatörce planı ifşa etmesi çok uzun sürmedi. Kulaklıktan kendisini dinleyenlerin bir şey hissetmemesi için Ahmet ile baygın üniversite anıları hakkında konuşurken takındığı soğukkanlı tavra kendisi bile şaşırdı.

Yazan: http://stardustt.blogspot.com/