30 Mart 2010 Salı

Karikatürün Oscarları

Karikatür bambaşka bir sanat türü. Hayalgücü, zeka, yaratıcılık, entelektüel seviye ve dünyadaki sosyal ve siyasal gelişmeleri yakından takip ediyor olmak gerekiyor.
Bir çizimle, tüm düşüncenizi yansıtacak, eleştirinizi yaparken veya bir olaya tepkinizi gösterirken biryandan düşündürüp diğer yandan yüzlerde bir tebessüm yaratabileceksiniz.
Aslında karikatürünüz ortak düşüncenin bir yansıması olacak.

Bu yüzden sosyal içerikli karikatürler bizi hem dünyadaki gelişmelerden haberdar eder hem de hissettiklerimizi görsel olarak bir çizimle karşımıza çıkarır.

Dünyada ve Türkiye'de pek çok karikatürist var ve her yıl bir yarışmayla bu karikatüristler yarışıyor, üstelik bu yarışmaya Türkiye evsahipliği yapıyor.

Aydın Doğan Uluslararası Karikatür Yarışması 26 yıldır yapılıyor. Yarışmaya bugüne kadar 136 ülkeden 60.000 eser katılımış.
Jürisinde bulunan dünyaca ünlü karikatüristler (Adolf Born, Steve Brodner, Fontanarrosa, Brad Holland, Anita Kunz, Mordillo, Jean Plantu, Quino, Jüng Spahr, Ralph Steadman, Tignous, Roland Topor, Georges Wolinski)  ödüle değer bulunan 15 eseri seçiyor. Birincilik, ikincilik ve üçüncülük ödüllerinin yanı sıra 12 sanatçıya da başarı ödülü veriliyor.

Her yıl kasım ayında görkemli bir törenle ödüller dağıtılıyor.
Daha sonra ödüllü karikatürler yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli zamanlarda sergileniyor.

Merak edenler 9 Nisan'a a kadar Caddebostan Kültür Merkezinde bu yılın sergilenmeye değer görülen karikatürlerini görebilirler. Aşağıda birincilik ve ikincilik ödülü alan İtalya ve Türkiye'nin karikatürlerini bulabilirsiniz.

İnternet üzerinden eski yeni tüm ödüllü karikatürleri görmek istiyorsanız http://www.aydindoganvakfi.org.tr/CaricatureCompetition.aspx tıklayabilirsiniz.

Changeling - Sahtekar

1928 yılında Los Angelos'da yaşanan gerçek bir hikayeden yola çıkılarak senaryolaştırılan filmde başrollerde Angeline Jolie ve John Malkovich yeralıyor.

Yönetmenliğini Clint Eastwood'un yaptığı "Changeling" Mayıs 2008'de Cannes Film Festivalinde gösterime girmiş. Film çeşitli dallarda 7 ödül almış.

Filmi nasıl bulduğumu soracak olursanız, kostümler, mekanlar dönemi çok güzel tanımlıyor. Angelina Jolie yüz hatları itibariyle ve saç tasarımıyla 30'lu yıllar kadın modeline çok uygun olmuş. Gerçi o dönemde bayanların taktığı şapkaları takınca yüzünde bir tek dudakları kalıyor gözüken bir de film boyunca kırmız ruju (aşağıda resimde var) ama sanırım bu ruj filmde bir sembol olarak kullanılmış yani bir kadının mücadelesi olduğunu hatırlatmak adına diye düşünüyorum.

Konusuna kısaca değinicem ama Angelina Jolie, karakterin yaşadığı dramı çok iyi yansıtmamış gibi geldi bana. Belkide 30'lu yıllarda kadınlar duygularını çok bastırıyorlardı bilemiyorum. Yani kadının yaşadıkları bir Türk'ün başına gelse yeri göğü yıkardı bence.
Birde film biraz fazla uzatılmış, belki de zamanın karakter üzerindeki etkisi gösterilmek istendi.

Ben de hem eleştiriyorum hem de gerekçe bulmaya çalışıyorum galiba.

Gerçek hayat hikayesi anlatan filmler ilgimi çektiği için bu filmi de beğendiğimi söyleyebilirim.


Konusu ise kısaca şöyle,

Christine Collins birgün işinden döndüğünde 9 yaşındaki oğlunu evde bulamaz ve polise haber verir. O dönem L.A.P.D (Los Angelos Polis Teşkilatı) halkın gözünde yetersiz ve başarısızdır. Kilisenin başrahibi ise vaazlarında ve günlük radyo programında polislerin başarızlığı ve yaptıkları yargısız infazlara dayanarak eleştiri ve muhalefet yapmaktadır.
Aylar sonra polis oğlunu bulduğunu söyleyip kendileri için iyi bir reklam aracı olarak anneyle oğlunu biraraya gelme anına tüm gazetecileri davet eder.

Fakat polisin bulduğu çocuk Christine'nin oğlu değildir. Ne kadar itiraz etse de polis onun şokta olduğunu ve 5 ay içinde oğlunun değişmiş olabileceğini söyleyip olayı örtbas eder.

Christine, sürekli polise giderek onun gerçek oğlu olmadığını ve onu bulmalarını söyler. Polisin hiçbirşey yapmaması üzerine rahiple bir olup basına gider. Polis bu olayın kendilerine zarar getirceğini anladığı için Christine'i durduracak acımasız önlemler alır.
Bu olaylarla paralel olarak  20 çocuğun kaçırılarak öldürüldüğü bir çiftlik bulunur. Bu çiftlikte dayısı tarafından zorla alıkonulan ve çeşitli şiddetlere maruz kalan 15 yaşındaki Sanford, polis tarafından bulunur ve Christine'in oğlununda dayısının öldürdüğü çocuklar arasında olduğunu söyler.


Filmde bahsi geçen tüm olaylar gerçek. Filmin devamında polis teşkilatına ve belediyeye açılan dava, ayrıca "Wineville Chicken Coop" adlı olayın katilinin davasının mahkeme süreçleri yeralmakta.

Dönem itibariyle (1930'lar) LAPD'nin nekadar yozlaşdığı, suç oranını düşürme politikasıyla yargısız infazlar düzenleyip, kumar, fuhuş gibi para kaynaklarını kendi yönetimlerine aldığını, bunun yanısıra polislerin bu haksız tutumlarına karşı gelen insanları nasıl etkisiz hale getirdiklerini gözler önüne seriyor.

28 Mart 2010 Pazar

Hayranıyım Ya Sen! Köşesi 1 - Kevin Spacey

Yeni bir köşe yapmaya karar verdim. Hayranı olduğum biriyle ilgili zaman zaman bir yazı hazırlamayı düşünüyorum. Yan taraftaki ankettede filmlerinden hangisini daha çok beğendiğiniz oylayabilirsiniz.

Köşemin ilk konuğu Kevin Spacey olacak.

Bence O, tam bir karakter oyuncusu. Aynı zamanda dansçı, şarkıcı ve bir müzikal sanatçısı. Bunların yanısıra yönetmen, senaryo yazarı ve yapımcı. Kariyerinde stand-up şovmenliği bile var.
2003'ten beri Londra'daki "The Old Vic Theatre"da sanat yönetmenliği yapıyor.

Kariyeri ile ilgili bilgiden önce yaptığı röportajlardan bazı alıntılar vermek istiyorum.
Kendisini nasıl ifade ettiğine bakın. Çok zeki bir adam ve bazı sözleri atasözü gibi.
Yalnız çevirmeyi düşünmüyorum çünkü uslubunun ve esprilerinin bozulmasını istemem.

  • I'm not handsome in the classical sense. The eyes droop, the mouth is crooked, the teeth aren't straight, the voice sounds like a Mafioso pallbearer, but somehow it all works. (Çok alçakgönüllü yahu, belki çok yakışıklı değil gerçekten ama karizmatik olduğu bir gerçek seside bence çok etkileyici)
  • I'm aware that, from the outside, this looks like I've got quite an ego. (Bu kadar başarıdan sonra haklı bir egosu da olabilir)
  • If you haven't turned rebel by twenty you've got no heart; if you haven't turned establishment by thirty you've got no brains! 
  •  We enjoy watching actors we know a lot about and who always turn in winning performances. But there are other kinds of actors who get into films, who don't look like movie stars, who bring perhaps a different quality you don't see much of these days. I think I'm probably one of those. (Kesinlikle, her filmde kaliteli oyunculuk anlayışını yansıtıyor.) 
  • I open myself up every time I walk on screen and give you everything that I am. There are parts of me that are in every movie that I've done. That to me is what my job is. 
  •  What I do as an actor is more important there, than what I'm doing in my living room. (İşte bu! Paparazzilere hiç malzeme vermez ama hakkında sayısız dedikodu yapılır özellikle gay olduğu ile ilgili, ama bencede asıl ilgilenilmesi gereken başarıları olmalı)
 Kariyeri hakkında birkaç bilgi,

  • 1959 New Jersey doğumlu 
  •  İlk olarak lisede "Neşeli Günler" müzikalinde başrol oynayarak kariyerinin temellerini atmış oldu. 
  • Julliard okuluna başlamadan evvel  yıllarca Stand-up komedi gösterileri yaptı. 
  •  Profesyonel olarak ilk oyunu ise 1981 yılında New York Shakespeare Festival'inde Henry VI rolü ile oldu. 
  • Hayranı olduğu Jack Lemmon ile "The Murder of Mary Phagan" da beraber rol aldı. 
  • Televizyon dizisi "Wiseguy" daki rolüyle karaker oyuncusu olarak dikkatleri çekti. 
  • Asıl olarak1995 te " The Usual Suspects" deki rolüyle "En iyi yardımcı erkek oyuncu" Oscar'ını alarak statüsünü arttırdı. 
  •  1999 yılında is "American Beauty" ile En iyi erkek oyuncu" Oscar'ını aldı. 
  •  Kevin Spacey, Motion Picture and Television Fund'ın Yönetim Kurulunda yeralmakta. 
  •  2003'ten beri Old Vic Theatre'de Sanat yönetmenliği yapmakta ve Londra'da yaşamakta. 
  • 2005'te Londra South Bank Universitesi tarafından kendisine Doctor of Letters (doktora üstü ünvan) verilmiştir.  
Seyrettiğim filmleri ile ilgili bir seçki,


"Beyond The Sea" filmiyle ilgili dahaönceki yazımı inceleyebilirsiniz.
Kevin Spacey çocukluğundan beri Boby darin hayranıymış ve evde eline geçeni mikrofon yapıp şarkılarını söylermiş.
Benim de filmleri arasındaki favorimlerindendir.












Söylenecek söz yok. Harika bir film ve muhteşem bir son.

















Mutlaka seyredilmeli  Ortayaş bunalımına girmiş bir adamın hayatını gözden geçirdiği bir film. Kevin Spacey bu film ilr "En iyi erkek oyuncu" Oscar'ını kazandı.















Harika bir film daha. K-pax gezegeninden geldiğini iddia eden Prot'u akıl hastanesine kapatırlar fakat O, doktoru söylediklerine inandırma derecesine getirir.Doktor Prot'un gerçek yaşamıyla ilgili bilginin peşine düşer, buarada akıl hastanesindeki tüm hastalar ona hayranlık duymaktadır.














Kevin Spacey bu filmde Harvard'da bir profesördür ve yetenekli öğrencilerden bir takım kurup Las Vegas'ta casinolarda para kazanmanın yollarını öğretir.














Bir muhteşem film daha. Hollywood'da psikiyatristlik yapan Dr. Henry Carter'ın kendiside birçok psikolojik sorunlara sahiptir. Hastalarının çoğunluğu ünlü ve zengin kişilerden oluşan Henry'nin hastaları zamanla birbirleriyle ilişkili hale gelecektir. Yine oyunculuk mükemmel bayılacaksınız.













Sıradışı bir ortaokul öğretmeni olan Eugene Simonet, sınıfına "dünyayı iyi yönde değiştirecek bir proje" ödevi verir. Öğrencilerinden Trevor  piramit düzeninde iyilik yapmaya yönelik bir proje geliştirir. Buna göre bir kişi üç kişiye iyilik yapacak, yaptığı kişilerde başka üçer kişiye iyilik yapacaklardır.












Kate Winslet'inde oynadığı filmde David Galeüniversitede felsefe bölümünde hocadır ve ölüm cezasına karşı grubun üyesidir. Birgün
yakın arkadaşının ölümünden sorumlu tutulur ve ölüm cezasına çarptırılır. Hikayesini yazması için gazeteci Blom'la anlaşır fakat zaman içinde Bloom onun suçsuz olduğuna dair bilgiler almay başlar.

26 Mart 2010 Cuma

El Secreto de Sus Ojos - Oscarlı Arjantin Filmi

Bu yıl “Yabancı dilde en iyi film” Oscar ödülünü alan Argantin-İspanya ortak yapımı film haklı bir ödülün sahibi.

Bir yanda hukuk sistemini eleştiren, diğer yanda geçmiş bir cinayetin izleriyle gerilim yaratan, fakat hepsinin ötesinde romantizmin ağırlığını baştan sona yayan bir hikaye bu.

Yazının devamıiçin lütfen http://www.artimetre.com/2010/03/26/el-secreto-de-sus-ojos-the-secret-in-their-eyes/ tıklayınız.

25 Mart 2010 Perşembe

Onlar Ermiş Muradına - Şehir Tiyatroları

Şehir Tiyatrolarından bir başka güldürü oyun. Ama bu sefer ciddi ciddi güldürdü beni.

Fransız komedi yazarı "Georges Feydeau" tarafından 1900 lerin başında yazılmış. Gencay Gürün çevirmiş ve Haldun Dormen yönetmenliğinde sahneye konmuş.

Haldun Dormen Bulvar komedisi ve vodvil türünde uzmanlaşmış bir tiyatro yönetmenidir.


Vodvil, toplumsal sorunları güldürü yöntemiyle eleştiren bir tiyatro türü. Vodvil türü, 18. yüzyılda sınıf farkının oluşması sonucu Fransa'da ortaya çıkmıştır. Bu tür bazı yönleriyle komediden ayrılıyor. Vodviller genellikle mutlu sonla biterler. Hikayenin sonucunda olayların kaynaklandığı sosyal sorunlar ortaya çıkarılmaya çalışılır. Vodvil kişilerinin karakterleri detaylarıyla belirtilmez, belli özellikleri öne çıkarılmış abartılı karakterlerdir.(Wikipedia dan alıntı)

Haldun Dormen denilince benim aklıma hep yanlış anlaşılmalarla dolu komedi tarzı gelir. Ben genelde sıkılırım böyle konulardan. Bir türlü çözüme kavuşmayan karmaşa, söylenemeyen gerçekler, yanlış anlamanın doğurduğu başka karışıklıklar..

"Onlar Ermiş Muradına" oyununda benzer bir konu var, ama çok eğlenceli.

Konusuna gelince, kendinden yaşlı bir kadınla evli olan Dr. Petypon ofisinde sızdığı gecenin sabahında odasında bir kankan dansçısını bulur. Panikleyen doktor, bu kızın karısıyla karşılaşmasını istemez fakat rahat tavırlı, ağzı bozuk basit kız bir şekilde bütün aileyle tanışmayı başarır. Seçkin kişilerin toplandığı bir partiye Parisli doktorun eşi olarak katılan dansçı basit davranış ve tavırlarıyla hatta küfürlü ve argo lisanıyla Burjuva takımını çok eğlendirir hatta bu davranışlar taklit bile edilmeye başlanır.


Oyun aslında ahlak eleştirisi. Burjuvazinin içi boş hayatlarını, taklitçilik uğruna düştüğü durumları, yanlış örneklere takılıp ahlak seviyesinin nereye gidebileceğini gösteren bir hikaye. Ayrıca düello geleneğinide bir gülmece unsuru olarak değerlendirmiş.

Oyunda argo kullanımı elbetteki çok fazla, küfür raddesine gelmeden kelime seçimi yapılmış. Ama yinede çok abartılı sözcükler ve tavırlar vardı. Bu da herhalde türün bir özelliği olsa gerek.

Zaman zaman gerçekten çok güldüm, özellikle düello düşkünü iki askerin varlığı harika olmuş, ama asıl sürpriz olan oyunun sonunda kankan kıyafteleri ile tüm oyuncuların dans şovu oldu. Tiyatrodan çıkarken bu hoş tat akıllarda kalıyor.

23 Mart 2010 Salı

Shutter Island - Zindan Adası

Bu film izleyicileri ikiye bölmüş durumda: Çok beğenenler ve hiç beğenmeyenler.

Psikolojik-gerilim-gizemli polisiye türünü, Martin Scorsese‘yi ve karmaşık karakterleri mükemmel olarak canlandıran Leonardo di Caprio’yu biraraya getiren bu unsurlar elbetteki izleyecinin beklentilerini biraz şekillendirebilir.
Yazının devamı için lütfen http://www.artimetre.com/2010/03/23/shutter-island-zindan-adasi/ tıklayın.

22 Mart 2010 Pazartesi

Üç Buçuk Öykü - Patrick Süskind

Koku filmini hemen herkes bilir. Hikaye 18. yy da Fransa'da geçer. Parfüm endüstrisinin temelleri atılmaktadır. Kendi kokusu olmadığına inanan bir koku dahisi genç bir adam güzelliğin kokusunu yaratma fikriyle bir dizi cinayet işler. İşte bu romanın yazarıdır Patrick Süskind. Usta bir alegori  sanatçısıdır.

Üç Buçuk Öykü kitabının orijinal adı "Three Stories and a Reflection" yani "Üç Öykü Bir Yansıma" aslında.

İnsan doğasının kırılgan yapısını, korkularını, cesaretsizliğini ve umutlarını kısacık öykülere sığdırmış.

İlk öykü kıssadan hisse tadında, genç bir ressamın kendine inancını kaybedişi ve sonuçları anlatılıyor.

İkinci öykü heyecan ve gerilim dolu bir satranç oyunu. Fakat bu oyun aslında sadece bir sahne dekoru, özünde ise özgüven hikayesi yatmakta.

Üçüncü öykü, insanın çaresizliğinin düşünce boyutunu ortaya koyuyor. Burada kilit kelime "midyeleşme"

Yansıma da ise okuyucu kendini görebileceği bir ayna ile karşılaşabilir.


Öyküler, romanlar gibi değildir. kısadır, günlerce okunmaz, romanda olduğu gibi günbegün aynı ortama dahil etmez bizi. Etkisi kısa sürebilir bu yüzden.

Ama buradaki öyküler bir müddet sizi meşgul edebilir, üzerinde düşündürtebilir. Gelip geçici değildir. Belki tüm kitabı 2 saatte bitirebilirsiniz ama etkisi emin olun günlerce sürecektir.

19 Mart 2010 Cuma

Sahilde Kafka - Haruki Murakami


Entelektüel bir yazardan mistik bir hikaye Sahilde Kafka.


Genç bir delikanlının ergenlik çağından geçişini ve yeni bir idrak seviyesine ulaşmasını metaforlar ve sembollerle çeşnilendirerek okuyucuya sunuyor Japon kült yazar Haruki Murakami. Yazının devamı için lütfen www.artimetre.com a tıklayın.

17 Mart 2010 Çarşamba

Sa-MİM-iyim

Bloggerlık raconlarından biri de mimlemek ve mimlenmekmiş.

Yaklaşık 4 aydır paylaşım yapıyorum ve bundan çok memnunum.
İnsanın en temel ihtiyaclarından biri kendini ifade edebilmek ve düşüncelerini paylaşmak. Bu şekilde varlığımızı daha güçlü hissediyor, kendimize güvenimizi arttırıyor, iletişim yoluyla bilgimizi aktarıyor ve genişletiyoruz.

Yazı yazmak, düşündüklerimi ve duygularımı kelimelerle doğru olarak anlatabilmek başlarda biraz zor oluyordu. Yazı yazarken düşünmek için vakit bulabiliyor insan, konuşmak gibi değil tabiiki, bu süre içinde gerçekten ne hissettiğimi ve söylemek istediğimi ifade ederken kafa yorarak sözcükleri sıralamak zaman alıyordu.

Hız kazanmak bir pratik işi. Haldun Taner de her sabah 20 sayfa yazı yazarmış, egzersiz olsun diye. Yazı yazmada hız kazanmak demek düşüncelerimizi kolay ifade etmek ve hissetiklerimizi daha iyi anlamamız demek bu da farkındalık anlamına geliyor.

Farkındalık yoluyla heran, her durumda tepkilerimizi de kontrol edebiliyor hale gelebiliriz. Aslında yazı yazmanın okadar çok faydasının görebilirizki. Bunu yazdıkça anlıyor insan, benim için daha yeni bir keşif.

Konu başlığımıza dönelim. Mimlendim. Sevgili arkadaşım Burcu (hayatimin renkleri) beni mimlemiş. Kendisini muhteşem fotoğraflarıyla ifade ettiği harika bir sitesi var. Bu mimin konusu 2009′un neden iyi geçtiğine dair 5 madde (en az) yazılacak, ve 5 kişi mimlenerek oyuna dahil edilecek.

2009 iyi geçti çünkü,

1) Doruk'un gelişimini ailece zevkle izledik.
2) Muhteşem bir haberle yeğenimin olacağını öğrendim
3) Ekim ayında güzeller güzeli Damla'mıza kavuştuk.
4) Doruk'un uykusu düzene girdi:) Bu benim için çok önemliydi ancak yaşayan anlar diyorum:)
5) Ve kendime bu blogu hediye ettim.

Şimdi sıra bende, Mimliyorum veee,

Canım canım arkadaşım emektar ve yemektar blogcu Müge (Yemekbahane)
ve bloglarını zevkle takip ettiğim sevgili arkadaşlarım,
Bero (Kolay Hayatlar)
Seda (Dışavurum)
İmge (İmgeleme)
Banu (Birazşöylebirazböyle)

16 Mart 2010 Salı

Veeee Açlık Oyunları

Son zamanlarda hızlı okunma rekorunu kırdığını düşündüğüm bir kitap.
Okuyan kişilerin çoğunun yorumuna bakıldığında elden düşüremediklerini, bitirene kadar bütün işlerini ertelediklerini belirttikleri bir roman.

Bana soracak olursanız, bende farklı bir şey söylemem doğrusu, gerçekten çok sürükleyici ve merak uyandırıcı bir kurgusu var. Yazım dilinin sade ve akıcı olması da okunurluğunu kolaylaştırıyor. Bu iki parametre birleşince de kitap elden düşmez oluyor haliyle...
Yazının devamını okumak için lütfen http://www.artimetre.com/2010/03/11/kitap-tanitim-aclik-oyunlari/'u tıklayın.

15 Mart 2010 Pazartesi

Inglourious Basterds - Soysuzlar Çetesi

Sıkı bir film. İnsan koltuğunda şöyle rahatça oturup seyredemiyor, hep diken üstünde, hep gözü dört açık kalıyoruz. Bölüm bölüm ilerleyen filmde her an diyaloglar üzerine kurulu bir psikolojik gerilim var. Bir kedi fare oyunu sürekli.

Oscar adaylığı ve En iyi yardımcı erkek ödülünü almasına çok memnun oldum. Keşke daha fazla ödül alsaydı. Nazi Albayı rolündeki "Christoph Waltz" bu ödülü okadar hak etmişki. Tek kelimeyle harika.

Filmin konusu Nazilerin işgali altındaki Fransa'da Naziler yahudi avına devam ederken, kendilerine "Basterds"  ismini koyan bir grup Amerika'lı Yahudi asker ise "Brad Pitt" yönetiminde Nazi'leri yakalamanın peşindedir.

Filmin adının manidarlığını işaret edip ve fakat sebebini yazmayıp seyrederek ortaya çıkarmanızı tercih ederim.

Film absürd denebilecek bazı sahnelerle seyirciyi zaman zaman gevşeme moduna getirse de çoğunlukla gerilimi ensede hissetiriyor doğrusu.

Filmin Künyesi

Yönetmen ve Senarist Quentin Tarantino

Oyuncular
Brad Pitt
Til Schweiger
Christoph Waltz
Eli Roth
Diane Kruger
Samuel L. Jackson

12 Mart 2010 Cuma

Don Kişot Niye Önemli

Bilmeyen duymayan var mıdır Don Kişot'u. Sorulduğunda direk cevap veririz değirmenlere saldıran deli şövalye. Neden hepimiz biliyoruz, bu roman niye önemli ve bu bilgiden öte başka ne maceraları var diye düşünürken aldım okudum kitabı.

Birçok baskısı var, uzunu, kısaltılmışı, çocuk romanı versiyonu, ağdalı diyalogları kırpılmışı.

Orijinal çeviri sanırım 800 sayfa civarında. Benim okuduğum kitap biraz kısaltılmış versiyondu, onun içinde bile ağır edebi uzun konuşmalar vardı, bana yetti, genel havasını aldım yani.

Bu kitabın önemi yazıldığı dönem itibariyle ortaya çıkıyor.
Miguel de Cervantes Saavedra tarafından iki cilt olarak yazılmış ve 1605, 1615 yılları arasında basılmış.

Bu dönem İspanyol Edebiyatında Altın Çağ olarak adlandırılıyor.

Ortaçağ döneminde yani 11. yy ve 16. yy arasında önceleri yalnızlık ve sevgi gibi ince duyguları dile getiren kısa şiirler ve kahramanlık destanları edebiyatı oluşturuyordu.

Daha sonra dinsel içerikli ve azizlerin yaşamlarını anlatan şiirler yaygınlaştı.

14. yy da öykü türü başladı. Bu türün başlatıcısı Kral Alfonso'nun yeğeni Juan Manuel ve 50 ahlak öyküsüdür.

İlk İspanyol romanı ise Kral Arthur öykülerinin İspanyolca'ya çevirilerek okunması sonucunda ortay çıkmış. Böylelikle şövalye romansı yazılmaya başlandı ve popüler oldu.


Altın Çağ 16. ve 17. yüzyılı kapsayan bir dönem. Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfi ve İtalya ile alışveriş sonucu İspanyol Rönesansı başlar.

Şövalye romansının yerini pastoral romanlar alır. Hatta şövalye romansına tepki olarak pikaresk romanlar ortaya çıkar. Pikaresk romanlarda çeşitli kişilerin buyruğu altına giren, çeşitli yerleri gezen, sevimli bir serserinin yaşamöyküsü anlatılır.
Ama bu çağın en ünlü romanı Cervantes'in kaleme aldığı Don Kişot'tur. Bu roman Modern Batı Edeiyatının en önemli eseri olmuştur. Don Kişot dünyanın en çok okunan eserlerinden biridir ve 38 dile çevrilmiştir.

Cervantes'in bu romanı yazmasının da enteresan bir hikayesi var.

1570'te II. Selim Kıbrıs'ı ele geçirir ve Papa V. Pius Osmanlılara karşı birlik çağrısında bulunur. Çağrıya yalnızca İspanya ve Venedik karşılık verir. Cervantes Roma'daki İspanyol birliğine katılır. Osmanlı donanmasıyla İnebahtı Deniz Savaşı'na katılan Marquesa adlı kadırgada bulunan Cervantes; iki kez göğsünden yaralanır, bir top güllesiyle sol elini kaybeder.

Daha sonra Osmanlılar tarafından tutsak edilen Cervantes, 1575-1580 yılları arasında Cezayir'de esir olarak yaşar. Ancak orada da dolandırıcılıkla itham edilip hapse atılır. Burada yazmaya daha sıkı sarılmıştır. Yaşamının sonlarına doğru ünlü eseri Don Kişot'u hapishanede kaleme alır. Eserde yazarın kendi hayatıyla alay ettiği ve kahramanla aralarında çokça benzerlikler olduğu görülür.

Bu kadar tarih bilgisinden sonra biraz da hikayeden bahsedeyim.

Asıl adı  Alonso Quixanoolan Don Kişot 50 li yaşlarında yeğeni ve yardımcısıyl yaşayan bir kitap tutkunu.

Bütün gününü şövalye hikayeleri okuyarak geçirmekte ve her kelimesinin doğru olduğuna inanmakta.

Günün birinde cılız atı ve kırık dökük savaş aletleriyle bir şövalye gibi maceradan maceraya koşmak için yollara düşer. Hasta ve bitkin atına Rocinante adını verir.

Her şövalyenin uğrunda savaştığı bir kadın olduğu için köyündeki güzel bir kıza Toboso'lu Dulcinea adını takar kendine de Don Kişot.
Şövalyelik hikayelerinde geçen tüm ritüelleri harfiyen yerine getrimeye çalışır ve bir seyis edinir, Sanço Panza.

Böylece romandaki iki zıt karakter beraber farklı hayaller uğruna maceralara doğru yol alır. Don Kişot güçsüzün yanında olmak, başarı ve kahramanlık öykülerinin parçası olmak için mücadele verirken, Sanço Panza ise tamamen kişisel çıkarlar ve para için efendisinin tüm deliliklerine göz yumarak, onu istediği gibi yönlendirmeye çalışarak ve çokda istemeyerek maceralara dahil olur.

Çok zavallı durumlara düşen Don Kişot, şansının da yaver gitmesiyle büyük tehlikeler atlatmayı başarır, zaman zaman tutkuyla inandığı şeylerle saygınlık bile kazanır.

Eğlenceli, güldüren ve bir dönemi ve inançları yansıttığı için ve tabiiki edebiyatta bu kadar önemli bir yere sahip olduğu için okunmalı diye düşünüyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

Kitap Siparişlerim

Kitapçıları dolaşmayı, raflara bakarak zaman geçirmeyi çok severim. Kitapları elime alıp incelemek, iç sayfalarına bakmak, arka kapak yazısını okumak hoşuma gider. Son basılan kitapların konularına göre gündemi takip etmekde mümkün.
Beklediğim yazarların kitapları varsa sevinirim. Dergilerde, bloglarda çok önerilen kitaplar varsa özellikle ilgilenirim.
Son zamanlarda ön plana çıkan bir kitap var. "Açlık Oyunları" yazarı Suzanne Colins. Genel olarak sonuna gelene kadar elden bırakılmayan bir kitap deniliyor.
Tabii bu yorumlar çok merak uynadırıyor, üstelik bu bir üçlemenin ilk kitabıymış.
Almaya karar verdim.

Kitapçıları gezerim, kitap da alırım ama ayrıca fırsatları değerlendirmek için http://www.kitapyurdu.com/ adresini de yıllardır kullanırım. Çoğu kitapta önemli derecede indirim oluyor, üstelik eve teslim ediyorlar ve çok organize bir şekilde çalışıyorlar. Siparişin hangi aşamada olduğunu gayet iyi takip edebiliyorsunuz, dedikleri tarihte de teslim alıyorsunuz.

Sonuç olarak Açlık Oyunları'nın siparişinin yanında gözüme çarpan birkaç kitabı daha ekledim sepetime. Bunlar:


Patrick Süskind'in "Üç Buçuk Öykü"
Ahmet Rasim'in "Eski İstanbul'da Hovardalık", "Gecelerim ve Falaka", "Şehir Mektupları"

Hafta sonu elime ulaştılar. Açlık Oyunlarına başladım. Daha çok başındayım ama merak edip almak isteyenler için şunları söyleyebilirim. Çok yalın bir dil ve rahat okunan bir roman. Sürükleyici bir hal alacağı kesin, dram çok olacağa benzer, konusu da bana "Battle Royale" filmini anımsattı. Önizlenimlerin bunlar.

Geçen hafta Haruki Murakami'nin "Sahilde Kafka" sını bitirim. Yakında yazısını yazmayı düşünüyorum. Japonya'da duygusal, felsefi, fantastik bir öykünün içinden geldim. Şimdi rotam Kuzey Avrupa'da distopik bir ülkedeki maceralara çevrildi.

6 Mart 2010 Cumartesi

Binali ile Temir - Murathan Mungan

Şehir Tiyatrolarının düşündüren oyunlarından biri.

Çok etkileyici, anlatımıyla izleyiciyi içine alan bir hikayesi var.

Ormanın derinliklerinde tek başına yaşayan genç bir çoban ile namı ün salmış bir kabadayının yaşamları bir noktada kesişir. İkiside kendi dünyalarının en güçlüsü olma mücadelesindedir ve bunu yalnız yaşayarak yapmışlardır. Binali ile Temir.

Her insanın olduğu gibi ikisininde zayıf bir noktası vardır, kendilerinin bile bilmediği, keşfetmediği.
Öyle bir noktaya gelirlerki güçlü olmak hala önemli midir?

Hikayeyle ilgili daha fazla bilgi vermek istemiyorum, yalnız oyunla ilgili bahsetmek istediğim birkaç şey var.

İki kişinin oynadığı oyunda bir de anlatıcı var. Muazzam sesiyle, tonlamasıyla, jestleriyle izleyiciyi öyle bir etkiliyor ki, hipnotize olmuş gibi hikayeden hiç kopmadan seyretmemizi sağlıyor. Haldun Ergüvenç'i başarısından dolayı alkışlıyorum.

Oyun, iki güçlü erkek karakter arasında geçtiği için çok haşin sahneler de içeriyordu. Kavga ve işkence sahnelerinde iki oyuncuda harika performans gösterdiler ve çok gerçekçi oynadılar, tebrik ediyorum.

Sonuç itibariyle, her sanat dalı birçok metafor, sembol ve alegoriler içerir. Eseri yaratan ve icra eden bu yöntemlerle düşüncelerini ortaya koyar ve halka sunarlar. Anlamak ve yorumlamak kişiden kişiye değişir, herkes kendi yaşamındaki tecrübelere göre sanattan anlam çıkarır.

Bu hikaye birçok farklı anlam taşıyor olabilir. Görünür yüzeyde bir çoban ve bir kabadayı olmasına rağmen, belki bir baba oğul ilişkisi anlatılıyordur. Karşılıklı olarak güçleriyle baskın gelmeye çalışan fakat daha sonra sevginin ağır bastığı bir baba oğul ilişkisi.
Bir başkası için baka anlamlar ortaya çıkabilir.
Size neler hissettirdi. 

Oyunla ilgili notlar:
Yazan:      Murathan Mungan
Yöneten:  Yıldırım Fikret Urağ
Binali:       Yıldırım Fikret Urağ
Temir:      Gün Koper

Murathan Mungan'ın "Cenk Hikayeleri" adlı kitabında yer alan bu öykü tiyatro oyununa uyarlanmış. İlk defa 1991 yılında sahnelenmiş. 2008 yılında ise Almanya'da "Con Tempo" topluluğu tarafından Frankfurt'ta oynanmış.

Sahne dekor ve ışıklandırma çok hoştu. Ormanın ambiyansı halatlar kullanılarak sağlanmış ve yeşil ışığın tonlamalarıyla çok güzel bir dekor olmuş.

5 Mart 2010 Cuma

Canvastar - Fotoğraf Baskılarınız İçin Bir Öneri

Son zamanlarda fotoğrafçılık hobisi epey yaygınlaştı.

Bu güzel uğraş sayesinde artık bakmıyoruz, görüyoruz.

İşte bu çok önemli. Gözümüz beynimizin başka kısımlarını çalıştırıyor, bu yolla hayal gücümüz, farkındalığımız ve sanatsal duyularımız harekete geçiyor. Anda kalıyor, anı yaşıyor, güzellikleri görüp yaşama inancımız ve bağlılığımız artıyor.

Dijital teknoloji ile istediğimiz kadar fotoğraf çekiyor, bastırma ihtiyacı duymadan bilgisayarımızda depolayabiliyoruz.
Ama benim gibi, fotoğraflarını güvenceye almak, elimle tutabileceğim bir albüme sahip olmak ve en önemlisi en güzel fotoğrafları evimizde sergilemek düşüncesinde olanlara harika bir önerim var.

Klasik yöntem kağıda baskı yerine fotoğraflarınızı tuvale bastırmaya ne dersiniz.

Ben bugün Canvastar'a bu yöntem için verdiğim siparişleri teslim aldım ve çok beğendim. Fotoğraflarım pamuk astarlı, 1. sınıf tuval üzerine aktarıldı ve bir tablo haline geldi.

Kendi fotoğraflarınızı bastırabildiğiniz gibi onların arşivlerinde bulunan 3000 ünlü esere de bu yolla hem de çok ucuz fiyata sahip olabilirsiniz.

Canvastar'ın iletişim bilgisi şöyle:
http://www.canvastar.com/
Telefon: 0216 441 47 58

4 Mart 2010 Perşembe

Breakfast at Tiffany's ve Audrey Hepburn

İlk söyleyebileceğim söz su olur. "Çok şirin bir film."

Özellikle gece yatmadan önce seyredip, tüm stresten uzaklaşmış olarak uykuya geçmenizi sağlayacak bir terapi filmi.

Audrey Hepburn'u bilenler bilir, hızlı hızlı ve melodik bir konuşması vardır. Film boyunca onu takip etmek epey zor ama keyifli, canlandırdığı karakter de aklına koyduğunu yapan, havai, sevimli ve eğlenceli biri.

İncecik vücuduna gece gündüz giydiği siyah şık ve zarif kıyafetleri ve dirseğine kadar taktığı eldivenleriyle oluşturduğu soylu görünümünün altında zenginlik hedefine ulaşmaya çalışan peşparasız eski bir çiftçi karısı yatmakta aslında.

Partilerde boy göstererek zengin koca avındaki Holly Golightly, New York'ta oturduğu apartmana taşınan meteliksiz yazar Paul Varjak (George Peppard) ile dost olurlar, zamaniçinde bu dostluk dile gelmeyen bir aşka dönüşür. Elbetteki Holly'nin kıstaslarına uymayan bir erkektir.

Bu arada filmin adının niye Breakfast Tiffany's olduğuna gelince, Tiffany günümüzde de ününü sürdüren  New York'taki bir mücevherci. Holly lükse düşkün olduğundan canı nezaman sıkılsa, özellikle yoğun geçen gecelerin sabahında eve dönerken eline aldığı bir kruvasan ve bir kahveyle, dükkan henüz açılmamışken ve sokaklar bomboşken, Tiffany'nin vitrininin önünde kahvaltısını eder ve huzur bulur. Holly'nin düşüncesine göre Tiffany's deki bu kadar güzelliğin yanında hiç kötülük olamaz.

Filmde Holly ile Paul birgün Tiffany'e giderler ve 10 dolara birşey almak isterler elbette mümkün değildir, ve çalışanlar okadar anlayışlı ve yardımcı olmaya çalışırlarki, gerçektende bu prensiple mi işlerini yapıyorlar bilemiyorum ama belliki bir reklam unsuru içerdiği aşikar.

Holly, dışarıya yansıttığı karakterle, kendi benliği arasında sürekli bir ikilem içinde yaşamaktadır. Aslında çok çocuksu ve kırılgan bir yapısı vardır. Audery Hepburn'un oyunculuğunda bunu çok başarılı bir şekilde izliyoruz.

Filmle ilgili kısa kısa notlar 
  • 1961 yapımı filmin yönetmeni "Pembe Panter" filmleri ile tanınan Blake Edwards 
  •  Film, Truman Capote'nin 1958 de yazdığı romanından senaryolaştırılmış,  orijinalinde Holly bir telekızken, sansür nedeniyle sinemada bohem hayatı süren biri olarak gösterilmiş.
  • Audrey Hepburn tarafından söylenmiş olan meşhur "Moon River" şarkısı ile besteci ve söz yazarı  Mancini ve Mercer "En İyi Orjinal Şarkı Akademi Ödülü"'nü kazanmışlar.
  • Filmin bütçesi 2,5 M$ iken hasılat 14 M$ olmuş.
  • Audrey Hepburn'un kariyerindei 16. filmi olup ona ün kazandıran filmler arasındadır. İlk filmi"Young Wives Tale"da (1951) rol aldığında 22 yaşındaydı. Bu filmde ise 32 yaşında.
  • Bu film ile "En iyi kadın oyuncu" dalında Akademi Ödüllerine aday olmuş.

3 Mart 2010 Çarşamba

Kabare - Şehir Tiyatroları

M-ü-k-e-m-m-e-l !

Harika bir performans harika bir oyun. Büyük bir keyifle izledim, çok etkilendim ve gurur duydum.

Tam 2,5 saat yüksek tempolu, herbir duyguyu hissederek ve hissettirerek , müthiş danslar ve şarkılar eşliğinde oyunu ortaya koyan oyuncularımızı çok çok tebrik ederim.

Oyun boyunca piyano, akordeon, klarnet, saksafon, trompet, trombon, davul ve bastan oluşan harika bir orkestra eşliğinde oyuncuların tüm performansları canlı ve mikrofonsuz.
Dekor büyük bir hız ve ustalıkla sürekli değişmekte, kostümler cüretkar ve oyunun ruhunu çok iyi yansıtmakta (bundan dolayı ayrıca tebrik ediyorum)

Oyunun yıldızları ve ayakta dakikalarca alkışlanası oyuncuları ise elbetteki Emcee yani Klüp'ün sunucusu rolündeki Mert Turak ve Sally rolüyle Senan Kara Tutumluer.

Mert Turak, gay bir sunucu ve showmen'i koca koca gözleri, kocaman gülümseyişi, mimikleri, vücut dili ve sahnede tüm gözleri üzerine çeken performasıyla sergileyişi bir harikaydı. Kocaman alkışlar ona..

Birde Senan Kara Tutumluer var ki, bir showgirl'e uygun konuşma tarzı, çocuksu ve yinede hayattan umutlu tavırları, ve her sahnesinde duyguyu olduğu gibi yaşayaıp seyriciye aktaran harika bir oyunculuk. Bunun yansıra yeri gelince sert yeri gelince duygu yüklü ses tonuyla şarkıları muhteşem. Kocaman kocaman alkışlar da ona..

Oyunla ilgili yaşadığım bir anektoddan bahsetmek istiyorum. Ben en ön sıradan izledim oyunu ve oyun boyunca zaman zaman oyuncular sahneden inip ön sıranın önünde performans sergiliyorlardı. Oyunda Sally, Kit Kat Klüp'te üzgün bir şarkı söylerken önümüzde bayılıverdi ve hemen ekip gelip ayağa kaldırdı ve klüpte şov devam etti. Oyun bittiğinde çıkarken seyirciler birbirlerini şöyle ikna etmeye çalışıyorlardı " gerçekten bayıldı, ama iyi toparladılar, zavallı kız, yok yok oyun diildi gerçekti".
Söylediğim gibi işte o kadar inandırıcı ve duygu yüklü oynuyorlardı.

Oyunun künyesi kısaca şöyle:
Yazan:                    Joe Masteroff
Yöneten:                 Yücel Erten
Oyuncular:
Emcee:                    Mert Turak 
Sally Bowles:           Senan Kara Tutumluer
Clifford Bradshaw:   Can Başak
Ernst Ludwig:           Ergun Üğlü
Fraulein Schneider:   Selma Kutluğ 
Herr Schultz:            Hakan Arlı 
Fraulein Kost:           Işıl Zeynep Coşkun
ve diğer 15 harika oyuncu

Müzikalin konusu ise kısaca şöyle:
1930'lar Berlin.Naziler güç kazanmakta fakat gözardı edilip küçümsenmekte, savaş sonrası Almanya ekonomik olarak çok sarsılmış, zenginler çok zengin geriye kalan halk ise işsizlik ve pasarsızlıkla mücaede etmekte, sokaklar çatışmalarla dolu, toplum bir karmaşa içinde, bunu yanısıra içki, uyuşturucu, fuhuş, genelevler, kabareler, barlar eğlence biçimi.
Bir Amerikalı yazar kendine yazacak hikaye bulmak için Berlin'e gelir ve Kit Kat Klüp'te çalışan bir show girl ile yaşadıkları o devrin hikayesini, insanların ayakta kalma mücadelelerini, siyasi gelişimleri ve etkilerini izleyiciye sunulur.

"Caberet" müzikali bol ödüllü yazar Masteroff tarafından yazılmış olup 1.116 kez oynanmış ve Tony Ödülünü kazanmış. İlk kez 1966 yılında oynanmış olup müziklerini "Chicago"gibi ünlü Broadway müzikallerine imza atmış olan John Harold Kander hazırlamış.
Şehir Tiyatrolarında ise 2 yıldır gösterimde.

2 Mart 2010 Salı

Nine Filmi

1960'lara İtalya'ya gidiyoruz hemde bir Broadway Show görselliğinde.
Filmle ilgili düşüncelerim için www.artimetre.com'a tıklayın lütfen.