26 Temmuz 2010 Pazartesi

Uygulamaya ne dersiniz?

Geçenlerde bitirdiğim bir kitapta rastaldığım bu felsefi yaklaşım, okunup geçilecek türde değil.

Durup üzerinde biraz düşünmeli bence.

Her yaptığımız şeyin geri dönüşümünü bekliyoruz kendimize, hep eşitleme peşindeyiz hayata verdiklerimizi. Verdiğimiz kadar almak istiyoruz.
Maddi kazançlar hariç manevi dünyamızda da bu eşitliği istiyoruz.

- arkadaşım benim onu dinlediğim kadar beni dinlesin
- eşim benim ona hazırladığım kahvaltıyı bana hazırlasın
- blogumu izleyen sayısı hergün artsın:))

yaptıklarımızdan tek beklentimiz bence kişisel gelişim olmalı..

İşte bana bu yazıyı yazdıran sözler:

Çalışmaya hakkın vardır, ama sadece çalışma adına.

Çalışmanın meyvalarını elde etmeye hakkın yoktur.

Seni çalışmaya götüren şey çalışmanın meyvalarına duyulacak arzu olmamalıdır hiçbirzaman.

...Alınacak souçların kaygısıyla yapılan çalışma böyle bir kaygı olmaksızın, kendini teslim etmenin huzuru içinde yapılan çalışmadan daha az değerlidir. 

- "Bhagavad Gita" 

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Romantik Komedi - Olmaz Böyle Şey

Romantik Komedi bu kış vizyondaydı, fırsat bulsam gitmek istiyordum, İzleyenler mekanlar güzel insanlar şık güzel vakit geçiriliyor falan diyordu. Geçen gün tv de seyrettim.

Yeni dönemi yansıtan Türk filmlerini seviyorum beğenmesem de sonuna kadar seyrediyorum, ama bu filmde içimden söylene söylene bir hal oldum.
Öncelikle filmin isminde de belirtildiği gibi bu bir Romantik Komedi değil! Fantastik Bilim Kurgu bence daha uygun olur.

Hiç gerçekçi değil, tamamen özenti, hayır neyin özentiliği o da belli değil. Sex and the City'nin özentiliği mi yoksa kurmaca Amerikan dizilerinin özentiliğimi.

Filmde beraber yaşayan üç kız var, gelirleri nerden belli olmayan, muhtemelen baba parası (ama ailelerden haberimiz yok film boyunca), bunlar özgür kızlar, biri evlendi filmin başında, biri mütevazi bir işte çalışan diğeri de boş gezen kokoş, kendi de boş ve saftirik birşey (Sinem Kobal bu), akşamları barda takılıyorlar, evde geçirdikleri akşam evde içiyorlar filan, cicili bicli döşenmiş evleri var kızvari şekilde, bahçelerinde ışıklı süsler etrafta,
bir de üç erkek arkadaş var, biri popüler dizi oyuncusu, biri reklam ajansında çalışıyor diğeride feci playboy.
İşte bunların birbirlerini avlama, aldatma, anlama, kavga falan fıstık hikayesi.

Ama o diyaloglar yokmu. Gören duyan da diyecek ki a Carrie, Miranda ve Samantha konuşuyor.
Hikaye o kadar hızlı, üstünkörü ve gerçekdışı ilerliyor ki,
Esas oğlan (Issız Adam), şirkete hasbelkader alınan esas kızla bir iş yemeği sonrasında romantik bir şekilde beraber oluyor, ama ertesi gün ve sonrasında yüzüne bile bakmıyor çünkü asıl sevgiliside o şirkette çalışıyor.
Aslında aşık olmuş falan, amaaaaan,

birde filmin pazarlanmasında bahsi geçen Burcu Esmersoy'un dans sahnesi var. Çok konuşuldu yazıldı çizildi. Aynı benim gibi dans ediyor yani vasat, iki sallan bir dön hesabı. Elbisesinde asıl marifet, kat kat ipli, kıvrak gösteriyor insanı, birde mini, toplam iki dakikayı geçmez dans sahnesi, aklınız kalmasın birşey kaçırmadınız:))

Neyse konu kötü, diyaloglar berbat, ama iyi birşey var,
iyi birşey var gerçekten,

Gürgen Öz,

bütün kadroda en iyi oyunculuk sergileyen oydu bence, canlandırdığı karakter tam bir playboy, duygusuz, paragöz, egomanyak, özünde ezik ve zavallı aslında:)
onun geçtiği sahneler beni güldürmeyi başardı, yani filmin ismindeki komedi kısmı başarılıydı kısmen, romantik kısmı miğde bulandırsa da.
Yine de Gürgen'de karakteri öyle yavşatmış ki, film boyunca bu karakter gay mi değil mi düşüncesi sürekli akla geliyordu açıkçası ki hiç öyle bir karakter değil aslında..
İşte böyle..
bence hiç gerek yok böyle özenti senaryolara, olmuyor, uymuyor, sakil duruyor.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Şiirlere taktım bu ara:))

Fotoğraf çekmeye çokça vakit ayırabildiğim bu dönemde fotoğraflarıma şiirler eşlik etsin istiyorum, ama hüzünlü, üzücü şiirler değil de doğayla ilgili, yaşamla ve kendiyle barışık şairlerin eğlenceli şiirleri olsun istiyorum.
Şiirden çoğu kişi uzak durur belki de, benim gibi, neşeli şeyleri severim çünkü, melankolik tarafım çok yoktur, ama okuduğum, bulduğum beğendiğim şiirleri fotoğraflarımla birlikte paylaşacağım burada.





DAĞLARDA ŞARKI SÖYLE

Al eline bir değnek,
Tırman dağlara, söyle!
Şehir farksız olsun tek,
Mukavvadan bir köyle.

Uzasan, göğe ersen,
Cücesin şehirde sen;
Bir dev olmak istersen,
Dağlarda şarkı söyle!

NECİP FAZIL KISAKÜREK

15 Temmuz 2010 Perşembe

Bu şiirleri kim sevmez..

DALGACI MAHMUT

İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanır bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne haltedeceğimi bilemem.

Orhan Veli

GÜLÜMSÜYORUM


sokakta giderken,kendi kendime
gülümsediğimin farkına vardığım anlarda
insanların beni deli zannedeceğini düşünüp
gülümsüyorum...

Orhan Veli

13 Temmuz 2010 Salı

Bu akşam ne seyredelim, harika bir önerim var..

Sıcak bir yaz akşamı, evden dışarı çıkmak istemiyor, televizyonda da zap yapmaktan çok bunaldıysanız, size harika bir önerim olacak. Bu filmi seyretmediyseniz henüz, çok şey kaçırdığınızı söyleyebilirim.
Bir senaryodan beklenen herşey yani mükemmel diyaloglar, samimi ve gerçekçi bir hikaye ve şahane oyunculuklar var bu filmde. İşte size önerim:

El Secreto De Sus Ojos : The Secret In Their Eyes

Yönetmen: Juan José Campanella
Oyuncular: Starring Ricardo Darín, Soledad Villamil
Yapım: Arjantin 2009

Bu yıl “Yabancı dilde en iyi film” Oscar ödülünü alan Argantin-İspanya ortak yapımı film haklı bir ödülün sahibi. Bir yanda hukuk sistemini eleştiren, diğer yanda geçmiş bir cinayetin izleriyle gerilim yaratan, fakat hepsinin ötesinde romantizmin ağırlığını baştan sona yayan bir hikaye bu. Çok natürel, yumuşak, duru ve kırılgan bir dille anlatılmış. Sonuna kadar hipnotize vaziyette seyrediyor insan.

Tutkunun biçimleri tartışılıyor esasında. Cinayete sebep olan bir tutku, yıllarca gizlenen bir tutku, sarhoşluk tutkusu, futbol tutkusu, intikam tutkusu. Ve tüm tutkuları ele veren gözler. İşte filmin çıkış ve zirve noktası.

Film 1999 yılında başlar. Eski dostu bir hakimi ziyarete gelen Esposito emekliliğinde bir roman yazacağını ve hikayenin beraber çalıştıkları eski bir davayla ilgili olduğunu fakat nereden başlayacağını bilemediğini söyler. Flashback ile geçmişe gideriz.

Esposito adliyede memurdur. Sene 1974. Bir cinayeti soruşturmak üzere görevlendirilir. 23 yaşında yeni evli bir kız tecavüz edilerek öldürülmüştür. Adliyenin diğer departmanı dava kapansın diye 2 işçiyi olaydan sorumlu tutar ama Esposito gerçek katili bulmakta kararlıdır. Alkolik ortağı Sandoval ve üniversiteli avukat Irene’yi ikna etmeye çalışır.
Esposite öldürülen kızın eşi Ricardo ile birlikte fotoğraf albümünü incelerken resimlerde bir adamın gözlerinin hep kızın üzerinde olduğu dikkatini çeker ve bunun üzerine bunun bir tutku cinayeti olabileceğini düşünür.

Esposito 20 yıllık geçmişi hafızasının derinliklerinde eşelerken, romanını oluşturmaya başlamıştır. Film günümüz ve geçmişle içiçe ilerler. Irene ile aralarında itiraf edilmeyi bekleyen aşk 20 yıldır sürmektedir. Ayrı hayatlar yaşanmıştır ama sınıf ve sosyal farklılıklar yüzünden bunca yıl dile getirilmemiştir. Ama gözlerde ve bakışlarda bu tango hala yaşanmaya devam etmektedir.

Bunun yanısıra Ricardo, aşkını kaybetmenin acısıyla yaşamak zorundadır ve bunun intikamı onda bir tutku haline gelmeye başlar.

Alkolik Sandoval filmin komedi unsurlarını yaratan hazırcevap, sevimli bir karakter. Aynı zamanda önemli noktalarda kilit rol oynamakta.

Hikaye ilerledikçe hukuk sisteminin yozlaşması gözler önüne daha da fazla serilir. Çaresizlik tüm kahramanların hayatlarında bir dönüm noktası olacaktır.

Yönetmen Juan José Campanella‘nın Oscar’a aday gösterilen ikinci filmi bu kez ödülü almayı başardı. 2001 yılında “Son of the Bride” ile aday olan filminde de bu filmde olduğu gibi başrolü Ricardo Darin canlandırmıştı.
1959 doğumlu Campanella şu sıralar birçok ülkede yayınlan ünlü diziler “House”, “Law & Order: Special Victims Unit”, “Law & Order: Criminal Intent” gibi dizilerin yönetmenliğini yapmakta.

Bahsetmeden geçmemek gerek. Bu filmin çekimlerinde en çok zorlanılan sahne futbol sahasında çekilen olmuş. Bu sahneye özellikle dikkat etmenizi öneririm. Çünkü havadan stadyuma yaklaşarak başlayan çekim, futbolcuların arasına inerek devam eder ve ardından tribünlere seyricilerin yanında son bulur. Montajı öyle etkileyicidir ki sanki tek bir kamerayla yapılmış gibi kesintisiz bir devamlılık vardır. Zaten ön çalışması 2 yıl, çekimleri 3 gün ve montajı da 9 ay sürmüş bu sahnenin.

20 yıllık bir geçmişi sorgulayan hikayenin seyirciye sorduğu bir soru vardır. “Boş bir hayatı nasıl yaşarsın?” Film bu sorunun cevabıyla son bulacaktır.

Bu yazım 26 Mart tarihinde http://www.artimetre.com/ da yayınlanmıştır.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Gizli Ajans - Yaz için harika bir kitap

Gerçekten okurken epey güldüm. Alper Canıgüz'ün harika bir üslup ve esprili bir anlatım tarzıyla yazdığı Gizli Ajans, yazarın üç kitabından sonuncusu.
Bu kitabı bana sevgili Seda hediye etmişti, tanışma hatırası olarak, bizim derginin hazırlık aşamasında biraraya gelmiştik, kırk yıldır tanışıyormuş gibi hemen sohpete dalmıştık. Seda çok sıcakkanlı, neşeli, sürekli fikir üreten, hayattan ilginç şeyleri bulup çıkaran sürpriz dolu biri.

Bu kitabı kendi okumuş ve çok beğenmiş.
Yazın okumak için bir kitap arıyorsanız şiddetle tavsiye ederim.
Kitabın türü absürd komedi macera diyebilirim.

Kendiyle barışık, esprili anlatım tarzına sahip baş kahramanımız Musa, bir ajansta metin yazarı olarak işe başlar, fakat şirketin sahibi Şeytan bey bir kedidir. Çalışanlar ilginç tiplerdir, kilitli odalar vardır ofiste. Musa çalışma arkadaşı Sanem'e aşık olur.
Musa'nın patronu Gürcan Bey bir gün evinin penceresinden aşağıya düşer, tam o saatte Musa ile görüşmek istediğini belirten e-mail yüzünen Musa kendini cinayet zanlısı olarak düşünür ve bu andan itibaren gizemli bir çok olay zincirleme başlar.

Hikaye ilerledikçe işin içinden iş çıkar, fantasatik bir hikaye akıllıca kurgulanmış bir gerçek olabilir mi?
Görünen herşey bir yalan ve ya bir kandırmaca olabilir mi? Acaba gerçek nedir?

Arka kapağından alıntılıyorum

"Patronunuz Şeytan Bey'dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim."
Neydi bu şimdi? Şaka mı? " Öyle mi? " dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar vererek. "Nereden biliyorsunuz? "
"Kendisi söyledi."

Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim.
"Ben kaçırmışım o kısmını."
"Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini."
"Evet anlıyorum," diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak için. "Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin."
"Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz," dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek.
"Şeytan Bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor." Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.

Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa... Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan,temiz kalpli ev arkadaşı Şaban... Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan... Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri...

Özgün üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar'dan itibaren geniş bir hayran kitlesi edinen Alper Canıgüz'den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd macera...

11 Temmuz 2010 Pazar

Böyle Süslü Balkon Gördünüz mü..

Bu süslü balkonlar Ayvalık'ta.
Ege'nin ruhu site sakinlerine de yansımış.
Herkesin özenle süslediği balkonlardan siz hangisini beğendiniz?
Foto by Sinem Ergun:)))









9 Temmuz 2010 Cuma

Martılar - Fotolarım eşliğinde Can Yücel ve Oktay Yivli dizeleri


Martılar Ki
 
Günlerdir körköstebek nefsimle öyle hırlı
Ve öylesine harlı ki
esrik nefesim
Bir kibrit tutsam parlayacak.
Bir sarnıç gemisi diyecekler alev almış
Boğazın iki yakasından

Oysa bir gaz tenekesiyle bir şişe mavi
Gelişi güzel mi güzel bir ocak
Suların ortasında sevgili öfkemle benim
Yanacak bahar erişinceye değin
Soğuktan morarmış kanatlarını
ısıtsın diye martılar

Martılar ki sokak çocuklarıdır denizin

Can Yücel



Sevgi Yüklü Martıların Kanadı

Lacivert denizde çırpınan balıkların
Dilinden dinlerken sevgiyi
Hayal alemine bir martının
Kanadında yolculuk etmek ne iyi!


Çamların koyu gölgesinde uyumak
İzlemek sularda yakamozların oynayışını
Kıyıya vururken dalgalar yumak yumak
Sezmek denizin kumlara anlatışını...

Kumsalda dolaşmak yalın ayak
Duymak batarken günün hüznünü
Kayalıklarda otururken, uzak
Adaları seyretmek ve gökyüzünü

Sevdalı ay doğarken enginde
Yüzerken sularda parıltıları
Bağdaş kurup altın kumlara
Sunmak sevgiliye aşk şarkılarını

Bir sıcak akşamında yazın
Değerken dizime onun dizi
Hayal alemine bir martının
Kanadında yolculuk etmek ne iyi!

Oktay Yivli

8 Temmuz 2010 Perşembe

Postayla gelen sürpriz - Winkie

Dün postayla gelen hediye beni ve açgözlü kütüphanemi çok sevindirdi.
Postadan 80 yaşında bir oyuncak ayı çıktı. Adı Winkie..

Önce blog arkadaşlığı daha sonrada Ajanda ailesinden akrabalığımız olan, düşünceli arkadaşım, bir kitapkurdu ve yaşamını sanatın her türünü takip ederek zenginleştiren Banu, bana harika bir kitap hediye etti hem de sürpriz olarak.

Ajanda fikri çıktığından beri büyük bir heyecan ve hevesle harika yazılarını hazırlayan, seçkin kitap ve yazar incelemelerini yayınladığımız Banu'cum, daha önce adını duymadığım (nasıl kaçırmışım bilmem) bu kitabı, türlü türlü kandırmacalarla sürpriz olarak bana ulaştırmayı becerdi.

Bu arada içini açıp baktığımda sevgili Çavlan'ın çevirisi olduğunu gördüm. Bu da kitaba benim için ayrı bir değer kattı doğrusu.

Çavlan'ın yazılarını büyük bir keyifle takip ediyorum uzun zamandır ama henüz çeviri yaptığı bir kitabı okumamıştım, eminim ki  büyük bir ustalıkla hazırlamıştır bize kitabı.

Okumak için çok çok sabırsızlanıyorum,

Merak edenler için arka kapağındaki yazıyı iletiyorum, eminim sizde hemen yola düşeceksiniz kitabı almaya:))

Clifford Chase'in bu ilk romanında baş kahramanımız Winkie adında bir oyuncak ayı...


Yaklaşık seksen yaşında olan bu sevimli ve bilge ayıcığın hayat buluşuna ve sonrasında yaşadığı kimi zaman komik kimi zaman hüzünlü olaylara tanık oluyoruz.


Terörün hakim olduğu çağımızda ve teröre savaş açan Amerika'da geçen romanda Winkie dünyanın en tehlikeli teröristi ilan ediliyor ve yaklaşık 9500 suçtan aranıyor.


Bir orman kulübesinde yakalanan kahramanımız hapse atıldıktan sonra, dünyaya ilk geldiği andan itibaren neler yaşadığını hatırlamaya başlıyor.


Yaşamı, insanları ve kendini sorgulayarak birtakım cevaplar arayan Winkie'nin trajikomik öyküsü, paranoya dolu bu dünyadaki duruşumuzu yeniden değerlendirmemiz için bize bir davetiye sunuyor. "Bir oyuncak ayının duygusal ve etik ezaları, dehşet dolu çağımızın bu hayret uyandıracak derecede etkili alegorisini şekillendiriyor..


[Winkie] akla gelebilecek her safta bulunan açıklık ve direnç için bir savunma niteliğinde.. Kaçırılmaması gereken bir kitap."

6 Temmuz 2010 Salı

Bitter Moon - Roman Polanski'den Kışkırtıcı Bir Film

Dün seyrettim hemen not almak istedim.
Bazı filmleri yazmak için bekletiyorum vakitsizlikten ama aslında okunan kitap veya izenen filmler hemen yazılmalı, hissettirdiği duyguları ve anlamları kaybetmemek için.

Kitapların etkisi biraz daha uzun sürebiliyor aslında, hele benim gibi bir kitabı günlerce okuyorsanız.
Ben kitapları çabuk okuyamıyorum, bir günde kitap bitirenleri de kıskanmıyorum açıkçası. Bu uzun süreçte sindire sindire ve o yaratılan dünyada yavaşça vakit geçrimeyi seviyorum.
Uyumadan önce düşüncelerimde, ve ya boş kaldığım anlarda o dünyada geziniyorum.
Kitap bittiğinde de etkisi öyle çabuk geçmiyor, uyandırdığı hisler, canlandırdığı anılar ve benim için ortaya çıkardığı anlamlar bir süre meşgul ediyor beni.

Ama filmler öyle değil, film sınırlı bir sürede çok çabuk tüketilen birşey. Hele kimseyle paylaşmazsanız, üzerinde düşünecek süre tanımazsanız kendinize sadece vaktinizi geçirdiğiniz bir araca dönüşmüş oluyor.

Aslında bu blogu açmamın sebeplerinden biridir bu. Bir arşiv oluşturmak, seyrettiğim filmlerin bende yarattığı anlam ve hisleri not etmek ve paylaşmak. Daha sonra aynı filmi seyrettiğimde dönüp yazılarıma baktığımda kendimi zaman içinde ziyaret etmek.

Bitter Moon 1992 yapımı Roman Polanski filmi.

Aşkın ve tutku'nun insanı nasıl bitirebileceğini gösteriyor,

Tutku ruh emen bir kara deliktir,
Aşağılanmayı, gururunu kaybetmeyi kabullenirsin,
Varlığının önemi yoktur
Sen bir hiçsindir, buna da boyun eğersin
Tutkunun seni boş bir nesneye çevirmesine izin verirsin

diyor,

Ama asıl diyor ki..

Sana boyun eğen birini bulursan sadist yanın ortaya çıkar, karşındakine büyük bir keyifle acı çektirirsin
Şehvet seni çok kolay kandırır, herşeyi bir kenara bırakır ve kendi ruhuna eziyet etmeye hazırsındır.

(Bu iki önermesini çok dikkatli okuyun, özellikle birincisini yaptığınızın farkına vardınız mı. En basit örnek olarak sevdiğiniz biri siz kızdırdı ve siz ona darıldınız, özür dilemesine ve üzgün olmasına rağmen onu böyle görmeyi  sürdürüyorsunuz değilmi - en azından bir kaç dakika daha, bu da sadistlik işte:))

İşte film bu, yine konusunu anlatmayacağım, sadece şunu söyleyebilirim kurgusu harika, flashback'lerle oluşturulmuş bir hikaye. Bir ilişkinin geçmişinin sorgulandığı ve merak uyandıran öyküsü günümüzle girift bir yapı oluşturunca, insanlığını, kişiliğini ve masumiyetini kaybeden iki çifte tanık oluyoruz.

Gerçekten şok edici bir sona sahip film, ben açıkçası epey güldüm sonunda dram olmasına rağmen, çünkü bir insan öyle bir hale geliyor ki, bir yalanın içinde kendine olan güveni, inancı ve bencilliğiyle yüzleştiği anı görülmeye gerçekten değer oluyor.

Oyuncular: Peter Coyote, Emmanuelle Seigner (Polanskinin eşi), Hugh Grant

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Başka Dilde Aşk

Yönetmen: İlksen Başarır
Oyuncular:Saadet Işıl Aksoy, Mert Fırat
Gösterim Tarihi: Aralık 2009



Romantik Türk filmlerini seviyorum, yalın oluyorlar, genelde İstanbul'da çekildiği için, bildiğimiz semtleri başka gözle görüyoruz, değişik yaşamlara tanık oluyoruz.

Son zamanlarda yalnız yaşayan genç erkek ve kızların hayatlarını konu alan filmler ortaya çıkar oldu.

Genelde eski İstanbul taraflarında özellikle, Beyoğlu, Cihangir semtlerinde eski tip apartmanlarda, büyük kapılı, yüksek tavanlı, yerleri tahta döşemeli, apartmanın içi merdivenli tip evlerde yaşarlar bu karakterler.
Müzik başlıca ilgi alanlarıdır, hatta plak dinlerler, hani eski evde oturuyorlar ya plak çalarları da vardır işte bu konsepte uygun. Erkekler iyi de birer aşçıdırlar. Buzdolaplarında kahvaltılık her çeşit malzeme bulunur. Eğer bir gece ansızın bir kızla eve gelirlerse sabaha açıkbüfe kahvaltı imkanı hep vardır.

Başka DildeAşk'ı seyrederken aklıma hep "IssızAdam"  geldi. Bu da onun "Dilsiz Adam" versiyonu gibi birşey diyebilirim. Isszız Adam konu itibariyle güzeldi aslında, bir tarafta özgürlüğüne çok düşkün ve bu yüzden bencilliğin dibine vurmuş bir karakter ile klasik, bağlanmaya hazır, kolay benimseyen bir kızın ilişkisini mercek altına alıyordu senaryo, ama oyuncuların çok şeker olmasına karşın oyunculuk ilkokul müsamerelerinde ki gibi gelmişti bana. Kitaptan okunur gibi vurguları yanlış yapılan diyaloglar zinciri ve mizaçlara uymayan bir konuşma stili, özellikle, başroldeki Melis Birkan'ın mizacına yakışmayan argo sözcükler, çok sakil durmuş, gerçekçilikten uzak kalmıştı bana göre.

Neyse, Başka Dilde Aşk'ta oyunculuklar çok daha başarılı, özellikle dilsiz rolünü oynayan Mert Fırat birara içimden "gerçekten dilsiz oyuncu bulmuşlar herhalde" bile dedirtti bana.

Yine bir ilişkinin başlangıç, gelişme ve sonuca doğru giden yolunu izliyoruz, yalnız bu filmdegöze sokulan bir iki konu var bu sefer.
Birincisi özürlü bir insanla ilişkiniz varsa çok feci aile ve toplum baskısı yaşarsınız, ikincisi "direct marketing" dediğimiz, telefonla satış ve "call center" çalışanlarının toplama kampı misali çalışma ortamlarının olduğu.

İşte kısaca öykü bu, sağır, dilsiz ama  yalnız yaşayan sporcu, dinamik bir erkek, call center da çalışan özgür kız, bunların arkadaşlığına karşı gelen bir grup vicdansız arkadaş ve aile eşrafı, ve call center'in zalim amiri aynı zamanda özgür kızın eski sevgilisi etrafında dönen bir hikaye.
Ne olursa olsun Türk filmi seviyorum :))

2 Temmuz 2010 Cuma

Ajanda'nın Temmuz Sayısı Çıktı

Büyük bir keyifle hazırladığımız Ajanda'yı mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Temmuz ayı'nda katılmak isteyeceğiniz bir çok aktivite ve festivaller, yeni çıkan vizyon filmleri ve kitaplar hakkında bilgiler, dalış yapabileceğiniz yerler, harika kara film önerileri, gezi yazıları, röportajlar ve daha bir çok inceleme yazılarıyla dergimiz sizleri bekliyor.

Gün gün ajandanızı sizin için doldurduk.

www.ajandadergi.blogspot.com