25 Şubat 2010 Perşembe

Balıkesir Muhasebecisi

Şehir Tiyatrolarının, bu seneki eğlenceli oyunlarından biri.

Başrollerde Mazlum Kiper, Berrin Koper ve Naci Taşdöğen var.

Oyun Reşat Nuri Güntekin tarafından 1953 yılında yazılmış.

Balıkesir'de muhasebecilik yapan ve mütevazi bir hayat süren Tahir Bey, İstanbul'da yasal olmayan yollardan ticaret yapan bir şirkette çalışmaya başlar ve İstanbul'un sayısız zenginlerinden biri olur.

Yetişkin bir oğlu ve kızı vardır. Tahir Bey'in, kumar, partiler, içki gibi alışkanlıkları eşi Huriye hanım tarafından hiç hoş karşılanmamakta üstelik kendisi bu hayata uyum sağlayamamaktan şikayet etmektedir. Oğlunun altında uçağı, yatı, ve bol parası olmasına karşın idealist söylemlerle eski hayatına özlem içinde olduğunu sürekli dile getirmektedir, keza kızı da aynı şekilde.
Üstüne üstlük bir gün Tahir bey, dolandırıcılıktan hapse girip 4 ay sonra çıkınca ev ahalisi iyice utanca boğulmuştur. Tüm bunları farkeden Tahir bey, ailesine son oyununu oynar ve bu oyundan herkes boyunun ölçüsünü alır.

Elbetteki deneyimli oyuncuların hiç teklemeden performaslarını ortaya koyduğu, özellikle Şerif Ali dayı rolündeki Naci Taşdöğen'in harika denecek karakter oyunculuğunu seyretmek keyifliydi.

Baştan sona ana teması belli ve fazla derinliği olmayan bir oyun olmasının yanısıra espriler ve güldürü unsurları eski zaman özellikliydi. Yani günümüzde güldürü olarak belaltı esprileri kullanılıyor ve elbette öyle bir güncellik değil ama daha zekice düşünülmüş espriler olmasını tercih ederdim.

Nihayetinde bundan 60 yıl öncesinin bir oyunu olması ve ogün için belkide çok komik gelebilecek bir dizi diyaloğun yer alması normal ama yinede günümüz seyircisinin algısına göre uyarlanabilirdi belkide, bana biraz çocuk tiyatrosu gibi geldi. Ukalalığıma verin.

23 Şubat 2010 Salı

An Education - Aşk Dersi

Herkes yazdı çizdi, herhalde seyretmeyen kalmadı. Hoş vakit geçirmek için güzel bir film. Daha detaylı olarak yazımı www.artimetre.com da bulabilirsiniz.

21 Şubat 2010 Pazar

Franklyn Filmi

Geçen gün şans eseri karşıma çıkan Franklyn Filmi beğenimi kazandı doğrusu. Film ile ilgili görüşlerimi  www.artimetre.com da bulabilirsiniz.

16 Şubat 2010 Salı

The Third Man (1949)

1949 yılı yapımı harika bir kara film örneği.
Yönetmen Carol Reed ve başrollerde Joseph Cotten, Alida Valli, Trevor Howard, Orson Welles yeralmakta.

İkinci dünya savaşı sonrası Viyana kuşatma altındadır ve İngiliz, Fransız, Rus, ABD tarafından kontrol edilmektedir.

Amerika'lı ucuz roman yazarı ve beşparasız olan Holly Martins çocukluk arkadaşı Harry Lime (Orson Welles) tarafından işgörüşmesi yapmak üzere Viyana'ya çağırılır. Geldiği gün arkadaşının bir araba kazasında öldüğünü öğrenir ve olay anında bulunan kişilerin çelişkili açıklamaları üzerine kazayı araştırmaya başlar. Mezarlıkta İngiliz polisi Binbaşı Colloway'le tanışan Martins arkadaşının bir hırsız ve katil olduğunu öğrenir. Yine mezarlıkta gördüğü arkadaşının sevgilisi aktrist Anna Schmidt'in izini bulup, gerçeğin peşine düşer.

Savaş sonrası Viyana'sında mimari harikası binaların yanında yıkıntılarla dolu parke taşlı sokaklar filmin genelinde atmosferi oluşturmakta.

Genelde gece çekimleri ağırlıktaolan, karanlık boş sokakları, duvarlara yansıyan dev insan gölgeleri, yakın plan çekim karakterleri, ve yarım asır sonrasında bize parmak ısırtacak kanalizasyon tünellerinin içinde kaçma kovalamaca sahneleri ile Kara film (Film Noir) türünün tüm özelliklerini barındırıyor The Third Man.

Şüpheli karaketerlerin abartılı mimik ve davranışları, çelişkili konuşmaları, baştan itibaren seyirciye sonuca giden yolu işaret ederken, asıl kahramanımız gerçeklerin peşinde daha temkinli ve iyiniyetli yaklaşımıyla olayı araştırmaktadır.


İşlenen suçları ve sonuçlarını öğrendiğimizde bir savunma ve hayat görüşü olarak karşımıza filmin o önemli repliği çıkar.

« ...İtalya'da 30 yıl boyunca Borjiyalar hüküm sürdü, bu süre içinde hep kan döküldü, cinayetler işlendi yani hep savaş, kıyım ve terör vardı. Ama Michelangelo, Leonardo da Vinci ve Rönesans'ı da onlar yarattı. Oysa İsviçre'de 500 yıl boyunca barış, kardeşlik ve demokrasi vardı, ama buna karşılık ne yaratabildiler? Sadece guguklu saati! »

Filmin seyredilmeye değer olduğunu düşündüğüm için daha fazla bilgi vermek istemediğimden konuyu üstü kapalı olarak anlatmaya çalıştım.

Filmin sonlarına doğru seyirci ve asıl kahraman tüm sebep sonuç ilişkisini beraberce öğrenir ve kahraman da bir seçimin eşiğine gelir. Bu seçim noktası kahramanın da kırılma noktası olur.


Filmi özel kılan ve senaryosundaki gerilimli sahneleri farklı bir yaklaşımla sunan en önemli etken ise müzikler.
Film müzikleri "zither" adlı bir enstrümanla Anton Karas tarafından bestelenip çalınmıştır. Zither, kanundan biraz daha büyük, mızrapla çalınan ve çok sesliliğe sahip bir enstrümandır.

Özellikle gerimli sahnelerde devreye giren eğlenceli sayılabilecek melodiler algıları ve beklentileri şaşırtarak filme farklı bir hava katıyor.


Son olarak, başroldeki Joseph Cotten, Alida Valli bana sima olarak Ediz Hun ve Belgin Doruk'u anımsattı. Eski Türk filmlerini seyretmeyi özlemişim.

14 Şubat 2010 Pazar

Meraklısı İçin Öyle Bir Hikaye

Sait Faik'le tanışmak istermisiniz? Peki ya size hikayelerini ve anılarını anlatmasını.
O zaman Şehir Tiyatrolarına buyrun ve Naşit Özcan'ın tek kişilik muhteşem performasını kaçırmayın derim.

Usta oyunca, yönetmen Savaş Dinçel tarafından tiyatroya uyarlanmış olan Sait Faik hikayeleri ve anılarından oluşan eser bir dönem kendisi tarafından oynanmış.

Sahnede fazla dekor yok ama oyun boyunca bir kenarda oturan Ersin Aşar çeşitli efektlerle hikayeyi süslüyor ve görsel boşluğu doldurarak işitsel yöntemle mekanları kafamızda canladırtıyor. Örneğin tefinin içine yerleştirdiği kırmızı mercimekleri sağa sola kaydırarak dalgaların denize vuruş sesini muazzam olarak bize sunuyor.

Oyun zaman zaman interaktif bir hal alabiliyor. Naşit Özcan'ın seyirciye attığı laflarla, özellikle hüzünlendiğimiz anlarda silkinip gülebiliyor ve sanki Sait Faik'in samimiyetini  ve yaşama sevincini hissediyoruz.

Hikayeler, anılar birleşiyor, İstanbul'un çeşitli köşelerinde onunla geziyoruz. Balığa çıkıyoruz Burgazada kıyılarında sonra bir mezarlıkta oturuyoruz zaman öldürmek için, Beyoğlun'da yağmurlu bir gece güzel bir kıza rastlıyoruz bir ara, Hristaki Pasajınında geçiyoruz, oturup rakı içiyoruz bir meyhanede.


"Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.



Hişt hişt! 

diyor yazar ve bizde finalde Sait Faik'e tüm salon olarak "Hişt" diyoruz gözlerimiz dolu olarak.

Sait Faik ile ilgili kısaca bilgi derlemesi yapmak istiyorum. (Wikipedia'dan yararlandım.)

1906, 1954 yılları arasında yaşamış.Adapazarında doğmuş, babası Kurtuluş Savaşı yıllarında Belediye Başkanlığı yapmış veİstiklal Madalyası almış.

Sait Faik çocukluğu için "haşarı bir burjuva çocuğu" tabirini kullanmıştır. Liseden sonra İstanbul'da bir müddet yaşadı hikaye ve şiirlerini çeşitli dergi ve gazetelere gönderdi.

Bir müddet Avrupa'da çeşitli eğtimler alarak yaşadı.

Döndükten sonra Halıcıoğlu'ndaki Ermeni Yetim Mektebi'nde Türkçe öğretmenliği yapmaya başladı. Okula sürekli geç kalması ve öğrenciler üzerinde hakimiyet kuramaması yüzünden işi bıraktı.

1936 yılında babasının maddi desteği ile ilk hikâye kitabı Semaver'i Remzi Kitabevi'nden çıkardı.

İlk kitabının yayınlanmasından büyük bir sevinç duyan Sait Faik, bu sevincini yıllar sonra Hallaç isimli öyküsünde anlattı.

1938 yılında, babası Burgaz Adası'nda Çayır Sokak 15 numaradaki köşkü satın aldı (şimdi müze oldu) ve aile bu köşke taşındı.

Sait Faik, 1940 yılında yayınlanan üçüncü hikâye kitabı Şahmerdan'da yer alan Çelme isimli hikâyesiyle, halkı askerlikten soğutmakla suçlanarak askerî mahkemeye verildi.

Bu olaydan sonra yazmaya ara verdi.

4 Ekim 1940 ile 21 Şubat 1941 tarihleri arasında Yeni Mecmua dergisinde 19 bölüm halinde Medarı Maişet Motoru'nu yayınladı. Kısa bir süre sonra Bakanlar Kurulu kararı ile toplatıldı.

Çok az öyküsünün yayınlandığı o günlerde ya balığa çıkıyor ya da aylak geziyordu. Beyoğlu'na sık sık gittiği bu dönemde Şişli'deki evleri İkbal Apartmanı'nda kalıyordu. Bekâr hayatından sıkıldığında ise adaya annesinin yanına dönüyordu.

Bu kırgınlık ve yalnızlık döneminin etkisini taşıyan hikâyelerden oluşan kitabı Lüzumsuz Adam'ı 1948 yılında yayınladı.

Sait Faik klasik öykü tekniğini yıkarak doğayı ve insanları basit, samimi, hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dille anlatmıştır.

Çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazan Abasıyanık, balıkçı, işsiz, kıraathane sahibi gibi karakterleri anlattı.

Abasıyanık'ın öykücülüğü üç dönemde incelenebilir: 1936 - 1940 tarihleri arasındaki ilk dönem hikâyeleri, 1948'de Lüzumsuz Adam kitabıyla başlayıp 1952'de yayınladığı Son Kuşlar'a kadar devam eden ikinci dönem hikâyeleri ve bu tarihten vefatına kadar süren, Alemdağ'da Var Bir Yılan kitabındaki öykülerle örneklenebilecek son dönemi.



Annesi, Makbule Hanım onun için "Şatafattan nefret ederdi. Dolabında her şey bulunduğu ve ailevi durumumuz iyi olduğu halde ekseriya başına bir kasket ayağına bir pantolon geçirerek balıkçı arkadaşlarıyla gününü gün ederdi" demiştir.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Reversi ve Lost 603

Reversi de ne, Lost'la niye aynı başlıkta diyebilirsiniz.

Reversi bir oyun , 19. yy sonunda İngilizler tarafından icat edilmiş. Oyun bir dama tahtasının üzerinde bir tarafı açık diğer tarafı koyu renk olan taşlarla oynanıyor. Her oyuncu bir renkle oynuyor, tahtaya taş yerleştirilmeye başlanıyor ve iki rakip taşın arasında kalan renk, rakip renge dönüşüyor, böylece tahta dolduğunda en çok hangi renk varsa o taraf kazanmış oluyor.
Yani iki siyah arasında kalan beyazlar siyaha dönüşüyor.

6. sezon başlamadan önce yapımcılar tarafından yayınlanan promolarda, dama tahtası ve bir oyuna göndermeler yapılıyordu, tavla göndermesini de John Lock ilk sezon Walt'a anlatırken yapmıştı. Bu bilgilerle, bugün seyrettiğim 3. bölüm sonunda bugünlerde evde sık sık oynanan Reversi oyunu geldi aklıma.

Önce bir özet geçiyim.

Bu bölüm yine hafiften pembe dizi tadındaydı, biraz tapınak biraz da Kate ve Claire'in uçak indikten sonraki kesişen hayatlarını seyrettik.
En önemli sahne bitişe yakın olan Dogan'ın söylediği sözler olan sahneydi. Sayid'in canlanmasından sonra Dogan'ın ona elekrik şoku ve dağlama gibi bir dizi işkence yönteminden sonra onun ölmesi gerektiğini çünkü içinde karanlığın yayılmaya başladığını ve yakında onun kalbinede yayılıp onu tamamen ele geçireceğini bunun daha önce Claire'in başına geldiğini Jack'e söylediğini gördük. Bunu kanıtlarcasına olan sahneyle ise, ormanda Claire'in iki tapınakçıyı (şuan için beyaz taraf diye tanımlayabiliriz herhalde )öldürmesiyle dizinin bu haftaki bölümü sona erdi.

İşte bu noktada reversi oyununu anımsadım. İnsanlarında bir karanlık bir de aydınlık tarafı olduğundan yola çıkarak, Sayid siyah tarafa dönüşüp, aynı oyundaki gibi diğerlerinide etkileme olasılığı ile Dogan tarafından öldürülmek istendi bir önlem olarak.
İki taraf arasında bir savaş olacağını biliyoruz ben hep bu savaşın kişilikler ve davranışlar savaşı olarak düşünüyorum baştan beri, kahramanların ruhlarının karanlık veya aydınlık tarafının sonucu belirleyeceğini tahnin ediyorum. Karanlık taraf benim için umudunu ve inancını yitirmiş kişiler olurken, diğer taraf kalplerinde inanç ve gelecekten beklentileri olan kişiler olarak düşünüyorum.

Bu bölümün diğer can alıcı olayları ise, paralel yaşamda Claire'in doktorunun yine Ethan olması, Claire'in bebeğini yine verememesi ve muhtemelen kendisinin yetiştireceği,  Kate'in havaalanında Jack'i gördüğünde biryerlerden hatırlıyor gibi olması diyebilirim. Bu da gösteriyor ki bazı şeyler paralel yaşamlarda bile olması gerektiği şekilde oluyor ki biz buna "kader" diyoruz, bir takım olayları kontrol edemiyor ve sadece oluşlarını izliyoruz.
Gelsin 4. bölüm.

8 Şubat 2010 Pazartesi

Hapishanede Sanat - Mahsus Mahal

Haftasonu Beyoğlunda bir cafe'de otururken müşteriler için konulan dergileri karıştırıyordum ve"Mahsus Mahal" diye bir edebiyat dergisi gördüm. İlgimi çekti aldım. Üzerinde "Üç aylık Hapishane ve Edebiyat Dergisi" yazıyordu. İçinde Genel yayın Yönetmeninin yazısını okuyunca çok etkilendim. Bu sayıyla derginin 4. yılını kutluyorlardı.
Bu dergi sanatı hapishanelere götürürken, oradaki yetenekleride bize getiriyormuş.

İnsan heryerde kendini ifade etme arzusundadır. Kendini ifade ettikçe  özgüvenide artmakta böylece kendini değerli hissedip yaşama bağlanmaktadır.Yaşam sevinci olan insan gelecekten umudu olan insandır.

Dergide yazıldığına göre hapishanelerde yaşayan insanlar yazdıkları ve edebi değeri olan yazılarını yayınlamakta güçlükler çekiyorlar. Bu projeyle şuana kadar 7 kitap yayınlanmış ve 3aylık bu dergi içinde hem hapishane yazarları  hemde diğer tanınmış yazarlar tarafından yazılmış öykü, şiir, deneme, makale yazıları, karikatürler yayınlanmakta. Bu şekilde onlar bize, biz onlara edebiyat yoluyla ulaşmış oluyoruz.

Dergide yazılan iki nokta asıl dikkatimi çeken beni çok etkileyen oldu. Derginin yayınlanmaya başlamasıyla birlikte birçok kişi yazdıklarını editör kurula göndermiş, (insanların anlatacakları nekadar çok şey var kimbilir, hikaye, öykü anılar...) şöyle birşey çıkmış ortaya siyasi suçluların yazdıkları daha çok seçilirken, adli suçlularınki elenir vaziyette yani entellektüel seviyeleri düşük. Fakat zamanla bu dergiyle yazma hevesi birçok kişiye yayılırken okuma bilmeyenler de okuma yazma öğrenmeye başlamış. Ve hapishanelere kitaplar gönderilmeye başlanmış. Bu nokta benim için çok önemli çünkü hapishanede geçen vakit kişisel gelişim için desteklenmediği sürece boşa geçmiş olarak düşünüyorum. Sanat, kişilik ve davranış gelişiminin en önemli kaynağı bence.

Bu projeden haberim olduğu için çok memnun oldum ve tebrik ediyorum.

Derginin internet sitesine ulaşıp daha fazla bilgi almak isterseniz adresi http://www.mahsusmahal.com

Ruhundan Tramvay Geçen Adam

Ferhan Şensoy'un son oyunlarından biri.
Ne zamandır fırsat bulup Ses Tiyatrosuna gidip Ortaoyuncular'ı seyredememiştik. Plansız yaşamaya devam ederken dün birden kendimizi salonda bulduk. Cumartesi akşamları "Ruhundan Tramvay Geçen Adam" oynanıyor. Ferhan Şensoy 2009 yılında iki oyun ortaya koydu, bir diğeride "2019". Onu da Perşembe akşamı oynuyorlar. "Fername" ve 13 yıldır oynadığı "Ferhangi Şeyler" ise zaman zaman hala gösterimde.

Oyun Karl Valentin (1882-1948) isimli Alman bir tiyatrocunun hayatının kesitlerinden ve şovlarından Ferhanca bir derleme.
Valentin'in hikayesi enteresan. 2. Dünya savaşı sırasında Nazi Almanyası'nda siyasi espriler yapmasına ve Hitler'le ilgili çeşitli göndermeler ve yermeler yapmasına karşın yasaklanmamış bir oyuncu. Sebep olarak oyunlarının anlaşılamadığı düşünülmüş. (Bunun yanında bir de ikisininde aynı terziyi kullanmaları söylentisi de vardır.)
Fakat savaş yüzünden tiyatro seyircisinin azalması sebebiyle köyüne gelir ve orada bileycilik ve marangozluk yapar. Hitler'in ölümünden sonra Münih'e geri döner ve tekrar tiyatrolarda gösteriler yapar. Charlie Chaplin, Brehct ondan esinlenmişlerdir. Valentin kelime ustasıdır, ve uyumusuzluk komsedisi yapar.

Ferhan Şensoy'un yorumu, uyarlaması ve o melodik ve çok kendine has konuşma tarzıyla (kelimeleri uzatarak ve ses tonundaki iniş çıkışlarla vurgulama becerileriyle) yine ve yine harika bir oyun olmuş.
Eski dostları Grup Gündoğarken'in gitar ve mızıka eşliğinde ikinci dünya savaşının dramatik lirikleriyle ve zaman zaman ritmik temposuyla hazırlanan müzikli gösteri bize çok keyifli iki saat hediye etti.


Arşivime almak üzere Büyük Usta'nın daha önce seyrettiğimiz oyunları şöyle:
Fername
Biri Bizi Dikizliyor
Beni Benmi Delirttim
Sahibinden Satılık Birinci El Ortaoyunu
Fişne Pahçesu
Parasız Yaşamak Pahalı
Çok Tuhaf Soruşturma
Felek Bir Gün Salakken
Ferhangi Şeyler









4 Şubat 2010 Perşembe

Lost 6.sezon

Kavuştuk!!!!
En sonunda macera tekrardan başladı. Artık kafa çalıştırma zamanı, teoriler üreticez, eski teorilerimizin ne derece doğru olduğunu görücez, ve en önemlisi sorularımıza cevap bulucaz. Ama sonra adaya veda edicez. O zaman dönücez birinci sezona veeee bidaha seyredicez. Bu sefer tahmin ediyorum büyük resmin içindeki detayları görüyor olucaz, ve o zaman bize düşündürttüklerini hatırlayıp kendimize gülücez.

Neyse,dün iki bölümü bir heves seyrettim, adacığımı gördüm, John Lock'u kendisi olmasada gördüm, Kate'i, Sawyer'ı, Hurley'i, Jack'ı, Sayid'i gördüm, özlemişim, bir ara düşündüm yahu neolduydu en son, geçmiş bölümleri aklımdan geçirmeye çalıştım, hala hatırlamadığım kısımlar var, artık dönüp seyredicem birara eski bölümleri hiçdert değil seve seve seyrederim.

Evet, şimdi bu iki bölümde neler oldu, ben ne anladım:)

Bomba patladı, ve bizimkiler 70'li yıllardan günümüze döndüler, yani hatch'i Desmond'un patlattığı zamana geldiler. Bu da demek oluyor ki istasyon Dharmacılar tarafından inşa edilmiş ve tüm o düğmeye basma işlemleri yine gerçekleşmiş. Tam bu planın işe yaramadığını düşündüğümüz sırada Juliet'in ölümünden sonra Miles'in onun ruhuyla iletişime geçmesiyle "işe yaradı" mesajını alıyoruz????

Bu arada John Lock'un bedenine giren siyahlı adamın (hatırlarsanız sahilde Jacob beyaz o da siyah gimişti), Black smoke olduğunu gördük. Onun birşeyin külleriyle çevrili şeyi geçemediğini anladık, eski bölümlerde ormanda Jacob'un evinin etrafında da vardı. Ve Black smoke'un tek isteğinin eve dönmek olduğunu anladık ki bu ev Tapınak herhalde.

Bu arada Hurley'e görünen Jacob, Sayid'i iyileştirmek için tapınağa götürmesini söyledi ve böylelikle meşhur tapınağı görmüş olduk, içeride uzakdoğulu bir adam tarafından yönetilen bir grup insan Jacob'un öldüğünü duyunca alarma geçti ve blacksmoke'dan tapınağı korumaya yönelik hareket başladı. Blacksmoke'un saldırısını yakında görücez herhalde.
Tapınakla ilgili akılda kalan sorular, yaşam kaynağı suyun nasıl kirlendiği (bence Jacob öldü diye), Jacob'un notunda neler yazıyor?, tapınakçılar kime işaret fişeği attı?

Bütün bunlarla eş zamanlı olarak, uçağın türbülanstan kurtulup düşmediğini ve bu şekilde bizimkilerin hayatlarına ne şekilde devam ettiklerini görüyoruz.

Burada şaşırtıcı olan, Jack'in babasının tabutu kayıp, Shannon uçakta yok, John Lock'un bıçakları bulunan çanta uçaktan çıkmadı, Desmond uçağa binmiş ve en önemlisi Jack'ın John ile konuşurken "hiç birşey imkansız değildir" demesi ki Jack bildiğimiz gibi tutucu düşünceli bir adam.

Bu arada Jack "de ja vu" yaşıyor hissinde sürekli.
Şunu gözlemledim uçak düşmediği takdirde hepsinin hayatı karmaşa ve kötüye gidecek gibi. Ama adada geçirdikleri günleri düşünürsek, hepsi kişilik olarak çok geliştiler bence.

Bu hafta sadece hasret giderdik, pekbirşey olmadı bence, haftaya birkaç sorumuza belki cevap buluruz ama daha fazla da soruyla kalıveririz. Olsun bizim diziyle ilişkimiz böyle neyapalım alıştık.
Yorumunuz ve teorileriniz varsa yazın lütfen, herzaman ihtiyaç var...

3 Şubat 2010 Çarşamba

İhsan Oktay Anar - Kitab-ül Hiyel

İhsan Oktay Anar'ın severek, gülerek, keyifle okuduğum bu kitabı ile ilgili düşüncelerimi www.artimetre.com da okuyabilirsiniz.

Bir diğer kitabı Puslu Kıtalar Atlası ile ilgili yorumum için buraya tıklayabilirsiniz.

2 Şubat 2010 Salı

Oyuncular Tiyatro Grubu - Atuan Mezarları

Hafta sonu bir fırsat oldu hemen Caddebostan Kültür Merkezini aradım ve öğleden sonra oyun olup olmadığını sorum. Atuan Mezarları adlı oyunun oynandığını ve de yer olduğunu öğrenince yolu tuttum.
Konusu nedir, kim oynuyor hiç araştırmadım bile çünkü benim için tiyatro olsun yeter, canlı performans, sahne bana ayrı bir haz verir. Uzun zamandır da gitmemiştim. Salona vardım yerimi aldım, oyunla ilgili hiçbir broşür hazırlamamışlar, ne konuyu biliyorum nede oyuncuları.
Dekor açıkta, rampalı, merdivenli dolambaçlı demir bir platform, tepesinde taş görünümlü bir kral tahtı ve bir tane stonhenge taşı.

Oyun vurmalı çalgılarla bir ayin müziğiyle başladı, ışık çok az, bir tören, kurban edilme töreni, oyuncular tapınma dansları yapıyor zaman zaman bağırıyor.
Yavaş yavaş konuyu kavramaya başlıyorum. Burası eski bir mezar kent, kadim güçler İsimsizler ve Tanrı-kral için yapılmış bir tapınak, manastır sistemi var, ve İsimsizlere hizmet eden başrahibe sürekli reenkarne olmakta ve tapınağa 5 yaşında ailesinden koparılıp getirilmekte. Burada bu kız çocuğu katı kurallarla, inanışlarla, baskı ve bağnazlıkla beyni yıkanarak yetiştirilip zamanı geldiğinde başrahibe konumuna getirilmektedir.
Zamanla tapınağın altındaki mezar odalarını, karanlık labirentleri keşfetmeye, içindeki korkuyu yenmeye çalışır, ve birgün hazineyi soymaya gelen bir erkekle karşılaşır.

Atuan Mezarları, Kanadalı yazar Ursula Le Guin'in bir kitabı. Yerdeniz üçlemesinin ikinci kitabı, ve bir kız çocuğunun büyüyüp kadın olma sürecini anlatıyor.
Oyun; günümüz kadınının üzerindeki katı, kuralcı, baskıcı yapıyı eleştirerek, bu yapının yıkımı ile kadının özgürlüğünü ve kimliğini bulma çabasını ele alıyor.

Karanlık sahneler, oyuncuların yüzlerinin bile zor göründüğü ışık seçimi, ayin müzikleri, tapınma danslarıyla biraz fantastik biraz ağır bir oyun. Tiyatro hayranı olan ben keyifle izledim.