Dün seyrettim hemen not almak istedim.
Bazı filmleri yazmak için bekletiyorum vakitsizlikten ama aslında okunan kitap veya izenen filmler hemen yazılmalı, hissettirdiği duyguları ve anlamları kaybetmemek için.
Kitapların etkisi biraz daha uzun sürebiliyor aslında, hele benim gibi bir kitabı günlerce okuyorsanız.
Ben kitapları çabuk okuyamıyorum, bir günde kitap bitirenleri de kıskanmıyorum açıkçası. Bu uzun süreçte sindire sindire ve o yaratılan dünyada yavaşça vakit geçrimeyi seviyorum.
Uyumadan önce düşüncelerimde, ve ya boş kaldığım anlarda o dünyada geziniyorum.
Kitap bittiğinde de etkisi öyle çabuk geçmiyor, uyandırdığı hisler, canlandırdığı anılar ve benim için ortaya çıkardığı anlamlar bir süre meşgul ediyor beni.
Ama filmler öyle değil, film sınırlı bir sürede çok çabuk tüketilen birşey. Hele kimseyle paylaşmazsanız, üzerinde düşünecek süre tanımazsanız kendinize sadece vaktinizi geçirdiğiniz bir araca dönüşmüş oluyor.
Aslında bu blogu açmamın sebeplerinden biridir bu. Bir arşiv oluşturmak, seyrettiğim filmlerin bende yarattığı anlam ve hisleri not etmek ve paylaşmak. Daha sonra aynı filmi seyrettiğimde dönüp yazılarıma baktığımda kendimi zaman içinde ziyaret etmek.
Bitter Moon 1992 yapımı Roman Polanski filmi.
Aşkın ve tutku'nun insanı nasıl bitirebileceğini gösteriyor,
Tutku ruh emen bir kara deliktir,
Aşağılanmayı, gururunu kaybetmeyi kabullenirsin,
Varlığının önemi yoktur
Sen bir hiçsindir, buna da boyun eğersin
Tutkunun seni boş bir nesneye çevirmesine izin verirsin
diyor,
Ama asıl diyor ki..
Sana boyun eğen birini bulursan sadist yanın ortaya çıkar, karşındakine büyük bir keyifle acı çektirirsin
Şehvet seni çok kolay kandırır, herşeyi bir kenara bırakır ve kendi ruhuna eziyet etmeye hazırsındır.
(Bu iki önermesini çok dikkatli okuyun, özellikle birincisini yaptığınızın farkına vardınız mı. En basit örnek olarak sevdiğiniz biri siz kızdırdı ve siz ona darıldınız, özür dilemesine ve üzgün olmasına rağmen onu böyle görmeyi sürdürüyorsunuz değilmi - en azından bir kaç dakika daha, bu da sadistlik işte:))
İşte film bu, yine konusunu anlatmayacağım, sadece şunu söyleyebilirim kurgusu harika, flashback'lerle oluşturulmuş bir hikaye. Bir ilişkinin geçmişinin sorgulandığı ve merak uyandıran öyküsü günümüzle girift bir yapı oluşturunca, insanlığını, kişiliğini ve masumiyetini kaybeden iki çifte tanık oluyoruz.
Gerçekten şok edici bir sona sahip film, ben açıkçası epey güldüm sonunda dram olmasına rağmen, çünkü bir insan öyle bir hale geliyor ki, bir yalanın içinde kendine olan güveni, inancı ve bencilliğiyle yüzleştiği anı görülmeye gerçekten değer oluyor.
Oyuncular: Peter Coyote, Emmanuelle Seigner (Polanskinin eşi), Hugh Grant
2 yorum:
hımm, listeye eklendi.
hayranlıkla izlediğim filmlerden birisiydi...
Yorum Gönder