23 Ağustos 2010 Pazartesi

Franny ve Zooey - J.D. Sallinger

Salinger'ı okuyanlar bilir. Hayali bir "Glass ailesi" yaratmıştır. Bunlarla ilgili kısa hikayeler yayınlamış, daha sonra hepsi biraraya getirilip "9 Öykü" adı altında bir kitap ortaya çıkmış. Salinger, aile bireyleri ile ilgili detaylı olarak iki kitap daha yazmış biri  "Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar ve Seymour", diğeri ise "Franny ve Zooey". Salinger ile ilgili, yarattığı bu aile üyelerinin kendi kişiliğinin parçalarını yansıttığı söylenmektedir.

Glass aile 1900 lerin başında yaşayan, dünya savaşlarına tanıklık etmiş, 7 çocukları olan bir aile.
Bu aileden kısaca bahsedeyim:

Les ve Bessie (Anne ve baba): Emekli vodvil oyuncuları. Les Yahudi ve eğlence sektöründe çalışıyor. Bessie ise sürekli çocukları için endişe duyan bir anne, çocuklarının sosyal ortamlara ayak uyduramadıklarını düşünüyor.

Seymour (1917 - 1948): En büyük abi, çok zeki ve 20 sinde Colombia'da profesör olur. Dahi çocuklar radyo programının düzenli konuğu. 1941 de bileklerini keserek intihar girişiminde bulunur. 1942 de evlenir, daha sonra tekrar intihar ederek ölür.

Webb Galagher "Buddy": (1919 - ) "Franny ve Zooey" kitabı ile çoğu öykünün anlatıcısı. Salinger'in ikinci kişiliği olarak düşünülüyor. New York'un kuzeyinde yaşıyor ve köy kadınları okulunda ingilizce öğretiyor. Seymour'la çok yakın arkadaşlıkları var.

Beatrice "Boo Boo": (1920) Evli ve üç çocuklu.

Walter "Walt": (1921 - 1945): Waker'ın ikizi. Amerikan askeri ve 1945'da Japonya'da savaş sırasında ölüyor.

Waker (1921 - ): Katolik bi kilisede peder. Öykülerde onun hakkında yazılan çok fazla detay yok.

Zachary Martin "Zooey" (1929 - ): Aktör, kardeşler arasında en çekicisi. Buddy'e göre en zekileri. Öykülerde annesine karşı çok kibirli ve kaba olarak tasvir edilmekte. Annesine genelde küfür etmekte ve şişko demekte. Seymour ve Body'nin küçük yaşta ona ve Franny'e uzakdoğu mistisizmi empose etmelerinden dolayı insanlardan kaçmakta.

Frances "Franny" (1934 - ): Üniversite öğrencisi ve oyuncu.

Bütün çocuklar çok özel ve "dahi çocuklar" adlı bir radyo yarışma programının konukları.

Gelelim kitaba: Franny ve Zooey

Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm kısa ve "Franny" iken ikincisi "Zooey" başlığında.

İlk bölümde geçen olaylar tahmini 1 saat içinde olup biterken, ikincisi de başka bir mekanda yine yaklaşık 2 saat içinde geçen bir dizi diyalog ve bolca tasvirden oluşmakta.

Hikaye 1955 ylında, 7 kardeşli bir ailenin en küçük ikisi arasında geçiyor, Franny üniversite öğrencisi ağabeyi Zooey ise bir aktör.

İlk bölümde Franny erkek arkadaşı Lane ile buluşur, bir kafede onların konuşmalarına şahit oluruz.

Franny, biraz garip davranır, karamsar ve mutsuz tavırları Lane'in dikkatini çeker, kafede Franny hiçbirşey yemez ve içmez, midesinin rahatsız olduğunu söyleyerek, sık sık tuvalete gider.
Lane, Franny'nin çantasında bir kitap görür ve bunun "Bir Rus Gezgincinin Anıları" olduğunu öğrenir.

Franny, kitapta, aydınlanmayı sağlayan bir yöntem olan İsa Duası'nın sürekli okunmasından bahsedildiğini anlatır, ama Lane fazla ilgilenmez, daha sonra Franny yine kendini kötü hisseder ve bayılır.

İkinci bölümde Franny evdedir, günlerdir inzivada gibi bir haldedir, yemek yemez, kimseyle konuşmaz, halsiz yatar.
Zooey küvette oturmaktadır ve ağabeyinden gelen mektubu okumaktadır. Mektup yoluyla ağabeyini tanırız, daha sonra annesi banyoya gelir ve Franny için endişeli olduğundan bahseder.

Bu bölümde Zooey ile annesinin ilişkilerini öğreniriz. İlerleyen böümde ise Zooey ile Franny'nin konuşmaları sahne olur. Diğer kardeşler hakkında bilgiler ediniriz.

Felsefe ve uzakdoğu dinlerine ilgisi olan büyük kardeşler, Franny ve Zooey'e bu bilgileri küçük yaşta aşılamıştır. Bu yüzden Franny ve Zooey yaşıtlarından erken olgunlaşmış hatta hayata bakışları değişmiştir. Çevrelerindeki insanları küçük görmekte, onların mutluluk ve kaygılarına anlam verememektedirler. Kendilerini başkalarının yanında rahat hissetmezler.

İkinci bölümde Zooey, Franny'nin bu inziva yöntemini sorgulamakta, ve onun hakkında Franny'nin duymak istemeyeceği keskin bir eleştiri yapmakta.

Ben kitabı okurken başta zorlandım, uzun cümleler bolca tasvirler ve konunun konuyu açması, benim odaklanmamı biraz zorlaştırdı, ama daha sonra bu anlatım sistemine alışınca bende merak uyandırmaya başladı. Konu ilerledikçe herkesin bir özeleştiri yapacağı ve pek çok farkındalık yaşayacağını düşünüyorum.

J.D. Salinger hakkında daha fazla bilgi ve en meşhur kitabı "Catcher in the Rye" ile ilgili çok güzel bir yazıyı sevgili Banu, Ajanda'nın Haziran sayısı için hazırlamıştı. Okumak isterseniz lütfen tuklayın.

15 Ağustos 2010 Pazar

Film Noir Nedir?

Suç, cinayet, yozlaşma, paranoya, kıskançlık, karamsarlık, sisli geceler, gölgeler, karanlık, ve siyahla beyazın keskin kontrastı. Film Noir denilince akla ilk gelen özellikler bunlar olur herhalde.


Bu tür, II. Dünya savaşı sonrasında popülerlik kazanmıştır. Savaş sırasında insanların nekadar kötü şeyler yapabileceği görülmüş, kafalarda yaşam ve insanlık hakkında şüpheler oluşmuş ve Hollywood ise bu şüphe ve korkuları paraya çevirmeyi çok iyi becermiştir.

Kara film terimi ilk olarak 1946 yılında İsviçreli eleştirmen Nino Frank tarafından kullanılmıştır fakat zamanında klasik kara filmler yapmış ve yapmakta olan film yapımcıları ve oyuncular Kara film çektiklerinin farkında bile değillermiş.

Hollywood'un klasik kara film dönemi, 1940'ların başından 1950'lerin sonuna kadar uzanır. Orson Welles'in Habisin Dokunuşu (Touch of Evil, 1958) filmi klasik dönemin son filmi olarak kabul edilir.

Bazı akademisyenler kara filmin aslında sona ermediğini, ama üslubunun gelişen yapım şartlarıyla güncellenip, şekil değiştirdiğini söylerler.

Temel Özellikleri şöyle sıralanabilir.

1) Kara filmler, yalın aydınlık/karanlık kontrastlarını ve sade ışıklandırma sistemlerini kullanmaya yöneldiler.

2) Kara filmler, çok sık 'geriye dönüş', 'ileriye gidiş' tekniklerini,ve hikâyedeki sıralamayı belirsizleştiren diğer teknikleri içeren, anlaşılması güç konulara sahip olmaya meyillidir.

3) Çoğunlukla başkahraman tarafından, dış sesin sonradan eklendiği anlatım da -her şeyi bilen anlatıcı tarafından- bir yöntem olarak kullanılır. (Out of the Past, 1947)

4) Belli örnek karakterler çoğu kara filmde rol alırlar-sıkı dedektifler, femme fatale’ler, rüşvet yiyen polisler, kıskanç kocalar, cesur hasar tespitçileri ve bezgin yazarlar. Diğer yaygın konularda ise başkahramanlar; soygun, dolandırıcılık veya zinalı olaylar içeren tehlikeli komplolarda filme dâhil edilirler. Postacı Kapıyı İki Kere Çalar (1946), Double Indemnity (1944)

5) Suç (genellikle cinayet), hemen hemen her kara filmde bir öğedir; standart sorun olan hırsa ek olarak, kıskançlık da sık sık bir suç motivasyonu olur. (The Usual Suspects (1995))

6) Kara filmler standarttan daha hatalı ve ahlaken daha şüpheli olan kahramanlar etrafında dönmeye meyillidir, bu tür kahramanlar genelde bir çeşit enayidirler.
7) Kara film aslında sık sık karamsar olarak tanımlanır. En tipik olarak kabul edilen kara film hikâyeleri, istenmeyen durumlarda tuzağa düşen (genelde buna sebep olmayan ancak olayların daha da sarpa sarmasından sorumlu olan), rasgele çabalayan, kaderi umursamayan ve sık sık mahkûm olan insanları anlatır. Reservoir Dogs (1991)


8) Kara film, çoğu kez şehirsel bir dekorla bütünleştirilir ve birkaç şehir -özellikle Los Angeles, San Francisco, New York ve Chicago-çoğu klasik filmin çekim yeridir Barlar, salonlar, gece kulüpleri ve oyun odaları sık sık aksiyonun geçtiği sahneler olur.
Önemli sayıda kara filmin zirveleri sık sık rafineriler, fabrikalar, trenlerin geçtiği alanlar, elektrik santralleri gibi endüstriyel mekânlarda geçer -en iyi ve tartışmalara yol açan sonuç Beyaz Öfke (White Heat) filmindedir.

9) Klasik kara film, dönemin Amerikan sosyal görünümü ile bağdaştırılmıştır. (Özellikle 2. Dünya Savaşı'yla oluşan yüksek düzeyde bir kaygı ve yabancılaşma duygusuyla birlikte.)1950'lerde ve Read Scare'in zirvede olduğu dönemde çekilmiş olan kara filmlerin kültürel bir paranoyayı yansıttığı söylenir.

Not: Bu yazım Ajanda'nın Temmuz sayısında yayımlanmıştır.

12 Ağustos 2010 Perşembe

Mine Vaganti - Serseri Mayınlar - Yoksa hala izlemediniz mi?

Bu sene gösterimdeydi. Mart ayında.
İtalya'da yaşayanTürk asıllı yönetmenimiz Ferzan Özpetek'in filmi Serseri Mayınlar.
Harika bir film, eğer kaçırdıysanız hiç durmayın hemen bulun seyredin derim.

Güney İtalya'da Lecce'de, küçük bir kasabada yaşayan ve makarna fabrikaları olan bir ailenin içinde geçiyor hikaye.

Bu şirin kasaba harika bir sahne olmuş filme, dar, taştan sokaklar, eski ve sütünlu binalar, ve bahçe içinde çok odalı bir çiftlik evi.

İtalyan ailesi tam ezberimizdeki gibi, 3 kuşak beraber yaşıyor, büyükanne, bekar bir kızı, evli bir oğlu karısı ve ikisi bekar erkek, biri evli kız torunları, iki hizmetçi, yemek saatlerinde çeşitli yiyeceklerle donatılmış sofralarda keyifli yemekler yeniyor, herkes birağızdan hızlı hızlı konuşuyor.

Buraya kadar normal. Küçük torun Tomasso Roma'ya işletme okumaya gitmiştir, ağabeyi ise fabrikanın başındadır. Tomasso birgün tatile ailesinin yanına gelir. Artık ona ağır gelen sırlarını ailesiyle paylaşmak ister. İşletme okumamış edebiyat bölümünü bitirmiştir ve üstelik "eşcinsel"dir. Babası onun fabrikanın başına geçmesini istemektedir. Tomasso ise bu sırlarını söylediğinde babasının onu kovacağını ve Roma'ya özgür bir şekilde döneceğini ümit etmektedir.

Bir akşam yemeğinde bu sırrını paylaşacağı sırada, ağabeyi kendisinin "gay" olduğunu söyler ve bütün aile şaşkına döner.

Tomasso'nun planları alt üst olur. Aile çok tutucu fikirleri olan kişilerdir (büyükanne hariç), baba kalp krizi geçirir hastanelik olur, ve oğullarını kovarlar.

İşte filmin başlangıcı böyle, filmin devamında aile biryeleri hakkında biraz daha derin ve geçmişlerine dayalı bilgiler ediniyoruz. Hepsinin hayal kırıklıkları, yaşanamamış hayalleri, ve özellikle başkaları için yaşanmış hayatları olduğunu görürüz.

Ferzan Özpetek birkere daha eşcinsel temalı bir film ile bu olguyu kuşaklar arası bakış açısıyla ele alıyor. Varlığını anlamlandırmak amacıyla soyunu devam ettirme düşüncesine sahip bir babanın, oğlunun eşcinsel olduğunu öğrendiğindeki duyguları da son derece normal ve günümüzde yaşanıyorken, eşcinsel kimlik sahibi olmak ve yaşamak ta o kadar normal diyor. Düşüncelerin, inançların ve önyargıların yıklıması gerekliliği ve önce insan olma gerçekliğinin kabul edilmesini vurguluyor.

Film boyunca eşlik eden muhteşem müzikler ise derhal bir soundtrack albümünün alınması gerekliliğini gösteriyor. Filmin sonunda bir Sezen Aksu sürprizi bile var!

Filmden unutamadıklarım:

- Tomasso'nun Roma'dan gelen eşcinsel arkadaşlarının her sahnesi çok güldürdü beni

- Gece sokak çekimlerine bayıldım, Loş bir sarı ışık, birtek araba bile park edilmemiş boş ve dar sokaklar, özellikle ağabey kardeşin kavga ettikleri sahnenin çekildiği mekan çok güzeldi.

- Tomasso'nun arkadaşlarının denizdeki dansları.

- Tomasso ve babasının haber yayıldıktan sonra halkın içine ilk çıktıkları gün, babasının gülücüklerle sokakta yürüyüşü, ve duygu patlaması yaşadığı an.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Fener Balat Ayvansaray

Bir kitap tanıtımı yapmak istiyorum ama bu sefer kitabı ben anlatmayacağım, kitabın yazarı anlatacak.

Ajanda dergisi için yaptığım bu röportajı mutlaka okumanızı isterim, o kadar keyifli, içten, samimi ve eğlenceli bir sohpet oldu ki, hem kitapla hem de İstanbul'un bu eski semtleriyle ilgili bilgileri burada bulabilirsiniz.

Sevgili kuzenim Ahmet F. Özbilge'nin  kitabı "Fener Balat Ayvansaray"  tarihi bir semti bizlere muazzam bilgilerle, Osmanlı döneminin gelenekleriyle, yaşanmış hikayeleriyle pek çok şey öğrenebileceğimiz bir şekilde anlatıyor.

Fener Balat ve Ayvansaray semtleri senin için neden önemli, burayı özel kılan nedir senin gözünde?

İstanbul’un en şaşırtan semtleridir Fener Balat ve Ayvansaray. Gezdikçe, tanıdıkça özel olduğunun farkına varırsınız; gözleriniz büyür, ağzınız açılır, yüreğiniz kıpraşır; görsel ve duygusul bir şölen içerisinde buluverirsiniz kendinizi. İstanbul’un , Konstantinopolis’in, Bizantion’un ne manaya geldiğini buralarda anlarsınız. Türkün, Rumun, Yahudinin, Ermeninin, Bulgarın, Çingenenin yıllar yılı komşu olarak yaşadığı yerlerdir. 3000 yıllık bu şehrin kültürel mozaiğinin en güzel temsilidir. Öte yandan artık, yok olmuşluğun, terkedilmişliğin, aldatılmışlığın, unutulmuşluğun, değer bilmezliğin de sembolü olmuştur Fener Balat Ayvansaray. Solmuş bir zenginliğin hüznü kaplıdır bu sokaklarda. Buraya ait olmadığı pek belli vurdumduymaz bir yaşamın cıvıltılarının yükselmesi sevimli gelse de bazen, içinizi burkar. Ve bağlanıverirsiniz birden bu özel dünyaya…

Bu üç yeri kısaca nasıl tanımlarsın, ya da bu üç semtle ilgili aklına ilk gelen şey nedir?

Fener diyince, ister istemez insanın aklına Patrikhane geliyor tabi. Gözümün önünde şimdiki Patrik Barholomeos II canlanıveriyor, uzun sakalları ve siyah cüppesiyle. Balat zaten Yahudi Semti tipik evleri, sinagoglari ve Çıfıt Çarşısı’yla. Ayvansaray daha bir bağlık bahçelik, surlara dayanmış, şehrin bittiği yere. Barış zamanı huzur, savaş zamanı terörün kol gezdiği bir yer…

Kitabının kurgusundan biraz bahseder misin, bu kitapta neler bulabiliriz?

Kitapta rehber Ahmet Faik Özbilge’yi buraları gezerken size de anlatıyormuş şekilde buluyorsunuz. Rehberiniz size sırasıyla Kariye Müzesi, Ayvansaray Surları, Tekfur sarayı, Blakherna Meryemana Ayazması, kiliseden bozma Cabir Camii, Aya Dimitri Kilisesi, Balat Sokakları, Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesi, Ferruh Kethuda Camii, Agora Meyhanesi, Çıfıt Çarşısı, Balat işkembecileri, Tur-ı Sina Metokhionu, Bulgarların Demir Kilisesi, Kantemir Sarayı, Kanlı Meryem Kilisesi, Kırmızı Mektep, Patrikhane, Aya Nikola Kilisesi, yine eski bir kilise olan Gül Camii, bir lezzet noktası Kömür Restoran, Yavuz Sultan Selim’e çıkan 40 nerduban, Cibali Kapısı gibi belli başlı yerleri gezdiriyor. Gezi esnasında konuyla ilgili pencereler açılıyor ve saraylar, kahvehaneler, meyhaneler, burada yaşayanların neler yiyip içtiği, İstanbul’un meşhur yangınları, devrin yasaları, kurumları, yaşayanların geçmişte ve bugündeki görüşleri, hatıraları ve temennilerine de yer veriliyor…

Bu kitabı hazırlarken aylarca buralarda gezdin, esnafıyla sohbetler ettin, halkıyla tanıştın, birçok dost edindiğine de eminim. Burada yaşayanları bize biraz anlatır mısın, sana yardımcı oldular mı, değişik yaşam hikayeleri karşına çıktı mı?

Beni hala en çok etkileyen Balatlı Leon Brudo olmuştur. Buraları gezip kitabı yazarken dükkanına bir çok kez uğradığım, gönülden konukseverliğini her daim yaşadığım, hatıralarını dinlediğim Leon Brudo ne yazık ki, kitap yayınlanamadan vefat etti. Ona kitabı gösterememek içimde hep bir ukde olarak kalacak… Şimdi Yahudilerden kalan bir tek manav David Amca’yı biliyorum… Blakherna Meryemana Ayazması’na bakan Can’la, Fener’deki ressam Zekeriya’yla, Daphne Oteli işleten mimar Defne Hanım’la, şimdi adını unuttuğum Cabir Camii’nin nüktedan imamıyla çok sohbet ettik.
Gazeteci Ersin Kalkan’ın buralarla ilgili adını çok duydum, hatta Fener’deki evinin önünden de çok geçtim ama kendisiyle tanışma fırsatım olmadı. Bir keresinde de, Fener’le ilgili bir belgesel çekimleriyle uğraşırken Yalçın Küçük’le karşılaştık, tanıştık, konuştuk, ben çok keyif aldım. Orada bir ev aldığını söylemişti. Bu yanıtlar soruna tam cevap olmadı pek ama aklıma da bunlar geldi işte…


Kitabında İkinci Bizans diye adlandırdığın dehlizler ve tünellerden bahsediyorsun, bir yeraltı turizmi fırsatı olabilecek bir zenginliğe sahibiz fakat araştırması yapılmayan ve koruma altına alınmayan bu değerler atıl olarak beklemekte, sence bunun sebebi nedir, ne yapılmalı?

Açıkçası, daha önceleri bunlar özellikle saklanıyor, unutulsun isteniyor, hatta mümkünse yok ediliyordu diye düşünüyorum. Bunun da Türkleştirme ve Türklük öncesi geçmişi unutturma politikalarıyla alakalı olduğundan fazla kuşkum yok. Şimdilerde buraların değerinin farkına varıldı. Ama yeni bir tehlikeyle karşı karşıyayız : O da bu değerlerin korunmasından, buna paralel olarak kültürel zenginliğimizin artmasından, oralarda yaşayanların faydalanmasından ziyade nasıl yaparız da biz buraları ranta dönüştürürüz düşüncesi. Şimdi sorulsa bir sürü proje ve çalışma olduğundan bahsedilir. Ama bu projelerin genelinde önceliğin ne olduğuna iyi bakmak lazım…

Üniversitelerin konuyla ilgili bölümlerine yeterli bütçeler ayrılmalı ve bölge artık gerçekten bilim insanlarına teslim edilmelidir. Yapılacak kapsamlı kazılar ve restorasyonlarla bu yeraltı tünelleri gayet güzel bir şekilde turizme ve eğitime açılabilir ve bu belli bir kesimin değil tüm Türkiye’nin kazancı olur.

Kitabında Osmanlı döneminde meyhanelerde yaşanan çok hoş hikayeler ve gelenekler var, bu meyhanelerin çoğu Fener ve Balat ta. Günümüzde de devam ediyor mu meyhanecilik geleneği buralarda, müdavimleri var mı?

Meyhanelerin çoğu Balat Meydanı civarında. Ama bayrağı Beyoğlu’na ve diğer bazı meyhane semtlerine kaptırmış durumdalar. Müdavimler daha ziyade oralarda oturanlardan. Fakat öte yandan, işkembe konusunda Balat hala bir numara. En büyük üzüntüm, yıllardır kapalı olan Agora Meyhanesi’ne bir el atılamamış olması. Kitabı yazmadan çok önce bir kere gidip fıçıların üstünde içki içme fırsatım olmuştu, artık hayal gibi, gitgide hafızamdan siliniyor, yoksa uyduruyor muyum dediğim dahi oluyor.. Ersin Kalkan’ın aldığını ve meyhaneyi tekrar hayata döndüreceğini duymuş sevinmiştim ama yıllar geçti, olmadı işte…

Buralara düzenlediğin turlarda İstanbul’da yaşayan ama bu semtlere hiç gelmeyen veya buradaki tarihsel mozaik hakkında hiç bilgisi olmayan İstanbullulara sık rastlıyor muydun, bunun sebebi nedir sence?

Düşünüyorum da, meslek olarak rehberliği seçmiş olmasaydım, ben de gelir miydim acaba! Bu hayat koşulları, içinde çırpındığımız sistem ne yazık ki çoğu zaman burnumuzun dibindeki değerleri görmemize engel oluyor, tabiri caizse çoğu zaman fani işlerle uğraşıp bir ömrü tüketiveriyoruz. Geçenlerde Galatasaray’dan bir arkadaşım fotoğrafçı Niko Guido televizyona çıktı Okan Bayülgen’in programına. Gerçi Okan’la da bir sene aynı dönemde okuduk ama pek muhabbetimiz olmamıştı. Her neyse, diyeceğim, Niko yıllarca rehberlik, turizm işletmeciliği, mağazacılık yaptıktan sonra, onu asıl mutlu edenin fotoğraf çekmek olduğunu fark edip turizmi bıraktığını ve şimdi hem sevdiği bir işi yaptığını hem de başarıyı yakaladığını o kadar güzel anlattı ki. Etrafımıza, sevdiklerimize, yaşadığımız yere biraz bakabilsek ama gerçekten görmek amacıyla bakabilsek…

Yolumuz bu bölgeye düşerse mutlaka görmemiz gereken yerler neresidir sence?

Aslında daha önceki sorulardan birinde buna yanıt vermiş bulundum ama az vakti olanlar için şöyle söyleyeyim; Kariye Müzesi, Patrikhane ve Bulgar Kilisesi’ne mutlak gidin. Kömür Restoran’da ya da Cibalikapı Balıkçısı’nda da bir şeyler atıştırın…

Diğer kitabından “İstanbul’dan Kapadokya’ya” dan da bahseder misin?

Buna sadece benim kitabım dersek büyük haksızlık olur. İçinde benim dışımda çok değerli rehber dostlarımın yazıları da var. İstanbul’da başlayıp Kapadokya’da sona eren bir gezi gibi oldu bu da. Ama herkes kendi bildiği, içinden geldiği gibi yazdı. Bence ülkemizin iki önemli kültür merkezi arasında çok hoş bir köprü kurdu bu kitap. İçinde Ayasofya’dan Topkapı’ya, Yerebatan’dan Pierre Loti’ye, Süleymaniye’den Boğaziçi’ne, Ankara’ya, Anıtkabir’e, Tuz Gölü’ne, derken peribacalarına, yer altı şehirlerine, Göreme’ye, Zelve’ye harikulade değerlerimizi anlattık. Otobüsten inip tekneye bindik, kah yürüdük, kah balonla dolaştık, yedik içtik, yine insanlarla kaynaştık. Dostlarla birlikte neler yapılabileceğini gösteren, içi şaşırtıcı bilgi ve gözlemlerle dolu çok hoş bir kitap oldu. Biraz sizin dergi gibi yani diyelim olsun bitsin işte…

9 Ağustos 2010 Pazartesi

The Aviator ve Leonardo di Caprio

Son iki haftadır, İnception ve Leonardo di Caprio 'dan başka birşey konuşulmuyor.
Haftasonu, gün sayarak beklediğim filmi ben de seyrettim ve hayran kaldım, muhteşem bir senaryo ve her saniyesinde yerli yerine oturan bir puzzle. Bugün bu filmden bahsetmiycem ama keşke Christopher Nolan sürekli film yapsa da izlesek:)


Bugün Leonardo di Caprio'nun The Aviator (Göklerin Hakimi) filmini hatırlatmak istiyorum.
Filme geçmeden önce şunu da belirtmek istiyorum ki sevgili dergimiz Ajanda 'danın bu sayısında "Evde Dvd Keyfi " köşemde  Leonardo di Caprio filmlerinden ve birazda özel yaşamıyla kariyerinden bahsettim.

Ayrıca yine dergimiz yazarlarından Akın Çetin ise Christopher Nolan ile ilgili harika bir inceleme yazısı hazırladı. Mutlaka okumanızı öneririm.


Yönetmen: Martin Scorsese

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Cate Blanchett
Gösterim Tarihi: 2004

Film, dünyanın sayılı zenginlerinden, 1905 doğumlu ünli havacı, mühendis, film yapımcısı ve yönetmen, Howard Hughes’in hayatını konu alıyor. Filmin açılışında Di Caprio’nun başarıyla canlandırdığı Hughes tutkuyla yapımcılığını yaptığı “Hells Angels” filmi için mali sınırları zorlayarak tüm Hollywood’un dikkatini çekmektedir. Savaş uçaklarının havadaki it dalaşını gerçekçi bir şekilde yansıtmaya çalışmakta ve hatta kendisi bile havada kamera arkasına geçmektedir.

Hughes aynı zamanda obsesiv kompulsive davranış bozukluğuna sahiptir, özellikle temizlik konusunda takıntılıdır. Katherine Hepburn ile olan ilişkisi sırasında onun desteğiyle bu takınılarını biraz bastırabilmektedir.

Film yapımcılığının yanısıra ticari yolcu taşıyan uçak yapımı şirketine de ortak olur. Bu arada Katherine Hepburn başka birine aşık olduğun söyleyerek Howard’dan ayrılır.
Howard, bir yandan uzun menzilli seyehatler yapabilecek uçak tasarımına yatırımlar yapmakta, bu tutkusu uğruna tüm birikimlerini harcamaktan geri kalmamakta bir yandan da o dönemin en güçlü havayolu şirketi Pan-Am ile psikolojik mücadele etmektedir.

Bu dönemde parasal ve zamansal olarak sıkıntılardan dolayı davranış bozuklukları baş göstermeye başlar. Özellkile, mikroplara karşı paranoyak lığı artar, bunun yanısıra konuşmalarında bazı kelimelere takılıp istem dışı tekrarlamalar yapmaktadır.

Film, Martin Scorses’nin yönetmenliğinde harika bir senaryo ile hem bir dönem filmi olarak havacılık ve film endüstrisinin gelişimini yansıtıyor, hem de o dönemin ünü zengininin güçlü yanlarından ziyade tutkularını, zayıf yanlarını ve kırılma noktasını ortaya koyuyor.

Leonardo di Caprio’nun bu karakteri canlandırıken özellikle duygusal değişim ve davranış bozukluklarını mükemmel derecede inandırıcıkla sergilediğini görebiliyoruz.

Film, 11dalda Oscar’a aday olurken 5 dalda ödül almıştır.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Ajanda'nın Yeni Sayısı Çıktı

Sevgili dergimiz Ajandanın yeni sayısını okumak için lütfen tıklayın.
Umarım beğeniyle okursunuz.

Bu sayımızdan birkaç başlık


Pera'da Made in Japan Rüzgarı
İstanbul'da Turist Olmak "MISIR ÇARŞISI"
Leonardo di Caprio Filmleri
Kardeşimi Hem Seviyorum Hem Kıskanıyorum
Hüzünlü Bir Şehir "MOSTAR"
Bir Kaşık Bilgi "Ramaza'ın Bereketi"
Nostalji Film "12 Angry Men"
İnceleme "Christopher Nolan"
Markalar Mercek Altında
Bir Yazar Bir Kitap "Halide Edip Adıvar"