11 Ağustos 2010 Çarşamba

Fener Balat Ayvansaray

Bir kitap tanıtımı yapmak istiyorum ama bu sefer kitabı ben anlatmayacağım, kitabın yazarı anlatacak.

Ajanda dergisi için yaptığım bu röportajı mutlaka okumanızı isterim, o kadar keyifli, içten, samimi ve eğlenceli bir sohpet oldu ki, hem kitapla hem de İstanbul'un bu eski semtleriyle ilgili bilgileri burada bulabilirsiniz.

Sevgili kuzenim Ahmet F. Özbilge'nin  kitabı "Fener Balat Ayvansaray"  tarihi bir semti bizlere muazzam bilgilerle, Osmanlı döneminin gelenekleriyle, yaşanmış hikayeleriyle pek çok şey öğrenebileceğimiz bir şekilde anlatıyor.

Fener Balat ve Ayvansaray semtleri senin için neden önemli, burayı özel kılan nedir senin gözünde?

İstanbul’un en şaşırtan semtleridir Fener Balat ve Ayvansaray. Gezdikçe, tanıdıkça özel olduğunun farkına varırsınız; gözleriniz büyür, ağzınız açılır, yüreğiniz kıpraşır; görsel ve duygusul bir şölen içerisinde buluverirsiniz kendinizi. İstanbul’un , Konstantinopolis’in, Bizantion’un ne manaya geldiğini buralarda anlarsınız. Türkün, Rumun, Yahudinin, Ermeninin, Bulgarın, Çingenenin yıllar yılı komşu olarak yaşadığı yerlerdir. 3000 yıllık bu şehrin kültürel mozaiğinin en güzel temsilidir. Öte yandan artık, yok olmuşluğun, terkedilmişliğin, aldatılmışlığın, unutulmuşluğun, değer bilmezliğin de sembolü olmuştur Fener Balat Ayvansaray. Solmuş bir zenginliğin hüznü kaplıdır bu sokaklarda. Buraya ait olmadığı pek belli vurdumduymaz bir yaşamın cıvıltılarının yükselmesi sevimli gelse de bazen, içinizi burkar. Ve bağlanıverirsiniz birden bu özel dünyaya…

Bu üç yeri kısaca nasıl tanımlarsın, ya da bu üç semtle ilgili aklına ilk gelen şey nedir?

Fener diyince, ister istemez insanın aklına Patrikhane geliyor tabi. Gözümün önünde şimdiki Patrik Barholomeos II canlanıveriyor, uzun sakalları ve siyah cüppesiyle. Balat zaten Yahudi Semti tipik evleri, sinagoglari ve Çıfıt Çarşısı’yla. Ayvansaray daha bir bağlık bahçelik, surlara dayanmış, şehrin bittiği yere. Barış zamanı huzur, savaş zamanı terörün kol gezdiği bir yer…

Kitabının kurgusundan biraz bahseder misin, bu kitapta neler bulabiliriz?

Kitapta rehber Ahmet Faik Özbilge’yi buraları gezerken size de anlatıyormuş şekilde buluyorsunuz. Rehberiniz size sırasıyla Kariye Müzesi, Ayvansaray Surları, Tekfur sarayı, Blakherna Meryemana Ayazması, kiliseden bozma Cabir Camii, Aya Dimitri Kilisesi, Balat Sokakları, Surp Hıreşdagabet Ermeni Kilisesi, Ferruh Kethuda Camii, Agora Meyhanesi, Çıfıt Çarşısı, Balat işkembecileri, Tur-ı Sina Metokhionu, Bulgarların Demir Kilisesi, Kantemir Sarayı, Kanlı Meryem Kilisesi, Kırmızı Mektep, Patrikhane, Aya Nikola Kilisesi, yine eski bir kilise olan Gül Camii, bir lezzet noktası Kömür Restoran, Yavuz Sultan Selim’e çıkan 40 nerduban, Cibali Kapısı gibi belli başlı yerleri gezdiriyor. Gezi esnasında konuyla ilgili pencereler açılıyor ve saraylar, kahvehaneler, meyhaneler, burada yaşayanların neler yiyip içtiği, İstanbul’un meşhur yangınları, devrin yasaları, kurumları, yaşayanların geçmişte ve bugündeki görüşleri, hatıraları ve temennilerine de yer veriliyor…

Bu kitabı hazırlarken aylarca buralarda gezdin, esnafıyla sohbetler ettin, halkıyla tanıştın, birçok dost edindiğine de eminim. Burada yaşayanları bize biraz anlatır mısın, sana yardımcı oldular mı, değişik yaşam hikayeleri karşına çıktı mı?

Beni hala en çok etkileyen Balatlı Leon Brudo olmuştur. Buraları gezip kitabı yazarken dükkanına bir çok kez uğradığım, gönülden konukseverliğini her daim yaşadığım, hatıralarını dinlediğim Leon Brudo ne yazık ki, kitap yayınlanamadan vefat etti. Ona kitabı gösterememek içimde hep bir ukde olarak kalacak… Şimdi Yahudilerden kalan bir tek manav David Amca’yı biliyorum… Blakherna Meryemana Ayazması’na bakan Can’la, Fener’deki ressam Zekeriya’yla, Daphne Oteli işleten mimar Defne Hanım’la, şimdi adını unuttuğum Cabir Camii’nin nüktedan imamıyla çok sohbet ettik.
Gazeteci Ersin Kalkan’ın buralarla ilgili adını çok duydum, hatta Fener’deki evinin önünden de çok geçtim ama kendisiyle tanışma fırsatım olmadı. Bir keresinde de, Fener’le ilgili bir belgesel çekimleriyle uğraşırken Yalçın Küçük’le karşılaştık, tanıştık, konuştuk, ben çok keyif aldım. Orada bir ev aldığını söylemişti. Bu yanıtlar soruna tam cevap olmadı pek ama aklıma da bunlar geldi işte…


Kitabında İkinci Bizans diye adlandırdığın dehlizler ve tünellerden bahsediyorsun, bir yeraltı turizmi fırsatı olabilecek bir zenginliğe sahibiz fakat araştırması yapılmayan ve koruma altına alınmayan bu değerler atıl olarak beklemekte, sence bunun sebebi nedir, ne yapılmalı?

Açıkçası, daha önceleri bunlar özellikle saklanıyor, unutulsun isteniyor, hatta mümkünse yok ediliyordu diye düşünüyorum. Bunun da Türkleştirme ve Türklük öncesi geçmişi unutturma politikalarıyla alakalı olduğundan fazla kuşkum yok. Şimdilerde buraların değerinin farkına varıldı. Ama yeni bir tehlikeyle karşı karşıyayız : O da bu değerlerin korunmasından, buna paralel olarak kültürel zenginliğimizin artmasından, oralarda yaşayanların faydalanmasından ziyade nasıl yaparız da biz buraları ranta dönüştürürüz düşüncesi. Şimdi sorulsa bir sürü proje ve çalışma olduğundan bahsedilir. Ama bu projelerin genelinde önceliğin ne olduğuna iyi bakmak lazım…

Üniversitelerin konuyla ilgili bölümlerine yeterli bütçeler ayrılmalı ve bölge artık gerçekten bilim insanlarına teslim edilmelidir. Yapılacak kapsamlı kazılar ve restorasyonlarla bu yeraltı tünelleri gayet güzel bir şekilde turizme ve eğitime açılabilir ve bu belli bir kesimin değil tüm Türkiye’nin kazancı olur.

Kitabında Osmanlı döneminde meyhanelerde yaşanan çok hoş hikayeler ve gelenekler var, bu meyhanelerin çoğu Fener ve Balat ta. Günümüzde de devam ediyor mu meyhanecilik geleneği buralarda, müdavimleri var mı?

Meyhanelerin çoğu Balat Meydanı civarında. Ama bayrağı Beyoğlu’na ve diğer bazı meyhane semtlerine kaptırmış durumdalar. Müdavimler daha ziyade oralarda oturanlardan. Fakat öte yandan, işkembe konusunda Balat hala bir numara. En büyük üzüntüm, yıllardır kapalı olan Agora Meyhanesi’ne bir el atılamamış olması. Kitabı yazmadan çok önce bir kere gidip fıçıların üstünde içki içme fırsatım olmuştu, artık hayal gibi, gitgide hafızamdan siliniyor, yoksa uyduruyor muyum dediğim dahi oluyor.. Ersin Kalkan’ın aldığını ve meyhaneyi tekrar hayata döndüreceğini duymuş sevinmiştim ama yıllar geçti, olmadı işte…

Buralara düzenlediğin turlarda İstanbul’da yaşayan ama bu semtlere hiç gelmeyen veya buradaki tarihsel mozaik hakkında hiç bilgisi olmayan İstanbullulara sık rastlıyor muydun, bunun sebebi nedir sence?

Düşünüyorum da, meslek olarak rehberliği seçmiş olmasaydım, ben de gelir miydim acaba! Bu hayat koşulları, içinde çırpındığımız sistem ne yazık ki çoğu zaman burnumuzun dibindeki değerleri görmemize engel oluyor, tabiri caizse çoğu zaman fani işlerle uğraşıp bir ömrü tüketiveriyoruz. Geçenlerde Galatasaray’dan bir arkadaşım fotoğrafçı Niko Guido televizyona çıktı Okan Bayülgen’in programına. Gerçi Okan’la da bir sene aynı dönemde okuduk ama pek muhabbetimiz olmamıştı. Her neyse, diyeceğim, Niko yıllarca rehberlik, turizm işletmeciliği, mağazacılık yaptıktan sonra, onu asıl mutlu edenin fotoğraf çekmek olduğunu fark edip turizmi bıraktığını ve şimdi hem sevdiği bir işi yaptığını hem de başarıyı yakaladığını o kadar güzel anlattı ki. Etrafımıza, sevdiklerimize, yaşadığımız yere biraz bakabilsek ama gerçekten görmek amacıyla bakabilsek…

Yolumuz bu bölgeye düşerse mutlaka görmemiz gereken yerler neresidir sence?

Aslında daha önceki sorulardan birinde buna yanıt vermiş bulundum ama az vakti olanlar için şöyle söyleyeyim; Kariye Müzesi, Patrikhane ve Bulgar Kilisesi’ne mutlak gidin. Kömür Restoran’da ya da Cibalikapı Balıkçısı’nda da bir şeyler atıştırın…

Diğer kitabından “İstanbul’dan Kapadokya’ya” dan da bahseder misin?

Buna sadece benim kitabım dersek büyük haksızlık olur. İçinde benim dışımda çok değerli rehber dostlarımın yazıları da var. İstanbul’da başlayıp Kapadokya’da sona eren bir gezi gibi oldu bu da. Ama herkes kendi bildiği, içinden geldiği gibi yazdı. Bence ülkemizin iki önemli kültür merkezi arasında çok hoş bir köprü kurdu bu kitap. İçinde Ayasofya’dan Topkapı’ya, Yerebatan’dan Pierre Loti’ye, Süleymaniye’den Boğaziçi’ne, Ankara’ya, Anıtkabir’e, Tuz Gölü’ne, derken peribacalarına, yer altı şehirlerine, Göreme’ye, Zelve’ye harikulade değerlerimizi anlattık. Otobüsten inip tekneye bindik, kah yürüdük, kah balonla dolaştık, yedik içtik, yine insanlarla kaynaştık. Dostlarla birlikte neler yapılabileceğini gösteren, içi şaşırtıcı bilgi ve gözlemlerle dolu çok hoş bir kitap oldu. Biraz sizin dergi gibi yani diyelim olsun bitsin işte…

5 yorum:

komançi dedi ki...

harika bir yazıydı.
fener balat bölgesini bende çok severim. o sokaklarda çok kaybolmuşluğum vardır :)

Gaye Eksen dedi ki...

Sinem'cim cok guzel olmus yazin. Hollanda'li hocam bizi goturmeseydi belki ben de oraya hic gitmeyecektim. Fener ve Balat'tan o kadar etkilendim ki Istanbul'da bulundugum kisa sure ve yogunluga ragmen tam 3 kere gittim ve sokaklarda dolastim. Her seferinde yeni bir sey goruyor insan, tarihi dusunuyor kalbi agriyor, bolgenin buguku halini goruyor kalbi agriyor...Ilk gittigimde subat ayi idi ve hava cok soguktu. Gozumuzun onunde orada yasayan insanlar bos evlerden birini yagmaliyor ve icindeki tahtalari sökuyorlardi isinmak icin. Kalbim yine agridi, bu sefer o insanlarin durumuna.

Ozbilge'nin kitabini cok merak ediyorum ve uzaktan da olsa temin etmeye calisacagim.

Sinem Ergun dedi ki...

Komançi ve Gayecim teşekkür ederim, buralarda dolaşmak gerçekten tarihte gezinti yapmak gibi, tarih kitabı okumak gibi,her dinden her ırktan her inançtan insanı barındırmış ve kaynaştırmış semtler burası, kitapta çeşitli gelenkler ve tarihi bilgilere de yer vermiş Ahmet, gerçekten bilgi dolu ve tarih kokan bir kitap.

pudrakokusu dedi ki...

bu kitaptan haberdar olmak benim için harika oldu.. teşekkürler.

Disavurum dedi ki...

Sıcaklar geçse de, dolaşsak oraları keşke, kitaptan notlarla...